top of page

Boynu En İnce Yerinden - Makbule Aras Eyvazi

  • kibritfanzin
  • Nov 22, 2024
  • 3 min read

Updated: Dec 2, 2024

Konuşkan eller, sokaklar ve caddeler. Kiraz dolu dallar, Ankara’nın Yenimahalle’sinde. Güneşler ve ışıklı bahçeler. Bitmesin istenen adımlar, hep neşeyle çelmelenen ve dallara uzanan eller. Birbirini sevmeyi bilen. Zaman aksa da her şeyin aynı kalacağından başka bir inanç kimseyi henüz yoklamamışken. Neşenin daima en tepede parladığı.


Kiraz dolu dallara uzanırdı birlikte yürüyen eller bazen, en gönül çelenine. Ağaçlara çıkılırdı bazen de, tepedeki dallarına. Dişlerle dudaklar arasında, ağızda ılık ılık kırmızı. Sonra dutlar, mayalı bir şerbetle gülümseyen dallar boyu, yaprakların arasına gizlenmiş. Çiçek dolu etekler o zaman, dut ağaçlarına karşı hep hazırlıklı. Bahçeler içinde, bahçelerle içimizdi o zaman.


Öğle sıcağında sokaklar, bahçeler boyu avare yürüyüşler. Akşam ikindilerinde bu yol hiç bitmesin duası, gecede kışkırtıcı fısıltılar. İktidarların en güzeliyken söz.


Evler hep kalabalık, kapıların önünde sevince koşan ayakkabılar, sıra sıra. Bütün karşılamalar ne uzun boyluydu. Bahçelerin güneşi evlerin içinde, balkonlar biraz uçuşkan.


Neşeye demirli zamanlar bir yüklüğe yığılı öylece durur, ama hep çekip çıkarılmaya hazır. Bir zaman topu hop gümbürtüyle açılır orta yere, dudaklardan dudaklara sözcük selleri, fokur fokur kahkahalar. Bazen de bir dalgınlık. Sus payı. Sofrada olmayanlara, olmak isteyip de olamayanlara. Semaverde kaynayan çay sesine karışan yün ipler, şiş tıkırtıları, mühürlü bir içimize bakalım zamanı. Derken yine bir kelimenin nefesiyle eriyen sessizlik, başka kelimeler, yeni gülüşler ve okkalı bir kahve mi içsek acaba?


Sokaklar kiraz, evler, eller ve yüzler kiraz. Sözler ve sesler her yerde. Yalnızlık bu kadar icat edilmemişken. Çay dolu bardaklarla gidip gelen tepsiler. Ahşapta topuk tıkırtıları bazen de. Çoklukla çoğalan bir zaman.


İşte o zamandan


d

ü

ş

t

ü

k


hepimiz.


Her şeyin yerli yerinde olduğu bir öğle vaktinde.


Gökyüzü griye dolandı, bir çocuk düştü bahçelerin oyunundan taşa.


Bir oyundan düştü küçük bir kız çocuğu. En filmlere yaraşır abilerinin pardösülerinde kalp atışlarını bırakarak. Hayatı geri döndürmeye ayarlı sirenlerle beraber o kalp atışlarını alıp yetiştirmeye çalıştılar. Nereye? Bitmez caddelerde kısa geçmişi hep sollayarak. Sorular hep yollara, koridorlara düşüp kırık kırık oldu, o kırıklar doldu bekleyişlere.


İki pardösünün telaşından sokaklar, apartmanlar, yollar, tekerlekler... Bakışlar bakışlarda, ufacık olsun bir ümit? Dengesini yitiren zaman devriliyorken herkesin üstüne, gözler kapıların önünde, kollarını kavuşturup. Gözyaşları teyakkuzda.  


Bir oyundan düştü bir kız çocuğu, bir öğlen. Bütün çocuklar evlerinin kapılarına sinerken. Kan gibi bir telaş Yeni’sinde mahallenin. İki pardösü iki güzel abiyi taşıdı durdu bir kapıdan öbürüne.


Bir tekerlemenin köprüsü çat diye kırılıverdi, bir çocuk düştü, boynu en ince yerinden ve saatlerin en hastane koridorlarında, güzelliklerin sağlam kollarından göğün titrek bulutları arasına ağdı. Karanlıklarla ışıklar gökte hızlı hızlı yer değiştirdi.


Babanın kalbi bir günde. Buğday öğütülürdü dedi büyük değirmen taşları arasında. Bir köşeye oturdu, dudaklarını kilitledi, uzun uzun sustu herkese. Konuşurken konuşmaz gibi, konuşmazken hiç susmamış gibi. Bir fotoğrafını aldı kızının, oturduğu koltuğun yanı başına koydu. Buğday öğütülürdü dedi bir daha, büyük değirmen taşları arasında. Sayılı zamanını saymaya girişti sonra, içinden.  


Bir annenin noktası kondu. Bir anne her başlayacak, bitecek, uzayacak cümlenin en beklenmedik yerinde bir nokta oldu, -dan düşünce kız çocuğu.  Bir anne kopkoyu bir nokta.


Bir çocuk bir oyundan nasıl düşer ki öyle dedi annesi. Bütün kıyafetlerini en kirazlı yerinden tuttu.  Katladı. Dolaba yığdı. Ben ne zaman katlamışım bunları dedi, oturdu dolabı yeniden döktü. Yeniden topladı. Ellerinden kıyafetlere, kıyafetlerden ellerine gitti geldi ayrılık kokusu. Tek tek katladı beyaz dantel yakalı bluzunu, pileli eteğini, çoraplarını, ponponlu yerinden en. Dolabın önünde kimselerin ölçmeye yeltenmeyeceği bir zaman oturdu, durdu. Döktü o kıyafetleri, nasıl da dağıtmış dedi yaramaz, bir daha topladı. Sanki oyunu bitince kapıdan. Sanki kıvırcık saçlarıyla giriverecekmiş gibi döktü kıyafetlerini. Ölüm bir çocuğun kıyafetlerine sığabilir miydi? Çıktı balkona, sokağa, caddeye. Nereye gitse hep aynı soruyu sordu. Küçük bir kız nasıl düşer bir oyundan söyleyin, dedi. Çok yüksek sesle de sordu bunu, saçını yolarak, yüzünü yırtarak da sordu. Tırnaklarının izi yüzünde yandı, kurudu. Bilemedi kimse cevabı. Ankara’nın Yenimahalle’si bu soruyla nemlendi, evlerin duvarları döküldü, bahçeler çürüdü.


Güzel haberlerin habercisi iki abi ki mahallenin en yakışıklı haliydiler, bütün açılan kapılara. Herkesin camlardan, balkonlardan izlediği, rüzgarlarına kapılıp da hayallere gömüldüğü rüzgârlı o iki abi, caddeler, sokaklar boyu bir ölüm haberini sürüklediler pardösülerinin eteklerinde ve yeşil gözleri pusa gömüldü sonunda. Biz kaç kere öldüktü en beklenmedik yerimizden? Biz en abi halimizin hiçbir ölümü dirime döndürmeye yetmediği. O gün, nazara geleceğinden korkulan bir çocuk gülüşü düştü taşlara. Yeni mahallenin en kirazlı dalları vardı orada, onun saçlarında.



ree


Comments


bottom of page