top of page

Elmeddin Ceferov ile Komedi ve Oyunculuk Üzerine Röportaj

  • kibritfanzin
  • Jun 4
  • 16 min read

Merhaba. Nasılsınız?

E.C-Merhaba. Teşekkür ederim iyiyim siz nasılsınız?

İyiyim ben de teşekkür ederim. Fazla zaman almadan ilk sorumu sormak istiyorum.

E.C-Buyurun.

“Mizah bir halkın aynasıdır” derler. 20 yıl önce Mozalan gibi satirik programlara gülen milletimizin derin mizah duygusu ve ince mizah zevki olduğu açıktır. Peki, bugünkü Azerbaycan mizahına baktığımızda, o aynada toplumumuzun hangi görüntüsü yansıyor?

E.C-Kırk yıl önce bizde Mozalan varken aslında onun kendisi de tam yüzde yüzünü vermiyordu. Sansürler vardı ama satirik eleştiriydi. Doğrudan komediye yönelmediler. Kabul edelim ki büyük bir satirik eleştiri yapıyordu. Şu anda dünyada böyle bir şey yok ki devlet film yapsın. Şirketler yapıyor ya da yapımcılar çekiyor. 2010’dan sonra Azerbaycan’da filmlerde çok büyük bir gelişme oldu. Hem sinema salonlarının sayısı arttı, yapımcı şirketler çoğaldı. Ama koronavirüsden sonra sektör durdu ve bu durma aslında film sektörünü öldürdü. Film alanında zayıflamamızın sebebi bu oldu. Bizde Sovyet döneminden kalma böyle bir fikir var; devlet yardım etsin, film çekelim. Ama bu devletin işi değil ki. Bunu bizlerin yapması lazım. Genel olarak mizaha gelecek olursak; evet, mizah biraz geriledi. Sebebi ise şu ki, biz biraz Türk mizahına benzetecek şekilde çalıştık, biraz Rus, biraz Avrupa. Ve bizim kendi mizahımız kayboldu. Başka mizahlara yakınlaşmaya çalıştıkça, mizahımız kayboldu. Bazılarımız Cem Yılmaz olmaya çalıştı, bazıları Jim Carrey olmaya çalıştı. Ve böylece kendi mizahımızı kaybettik. Şimdi sosyal medyada mizah yapıyorlar, bakıyorsun ki bunu yabancılardan görüp Azerbaycan’a uyarlamışlar.  Bakıyorsun ki bu bizim mentalitemiz, bu bizim mizahımız değil. Ama ben buna böyle bakıyorum. Kötüler birkaç ay kalacak, sonra elenecekler. İyi olanlar kalacak. Mizahımız tam yerlerde  değil ama zirvede de değil. Ortanın biraz altında. On üzerinden dört diyeyim. En fazla beş diyebilirim. Dokuz diyemem. Hiçbir zaman on olmadık ama dokuz olmuştuk, bir zamanlar. Çok üzücü ki, başka mizahları kendi mizahımıza benzetmeye çalıştık ve mizahımıza zarar verdik. Bizim izleyici kitlesiyle benzettiğimiz ülkelerin izleyicisi aynı değil ki. Bizim mental değerlerimiz çok farklı.

Siz bir komedi oyuncusu olarak gerçekten bu türde bir devrim yapmışsınız. Günümüzde ise bu devrimi gerçekleştirip Azerbaycan mizahını geri getirecek çok sayıda oyuncu var ve bunlardan biri de sizsiniz. Siz bunu düşünüyor musunuz yoksa önünüzde engeller mi var?

E.C-Şöyle söyleyeyim, engel her zaman oluyor. Engel fiziksel anlamda olmuyor, biri gelip sana engel olmuyor. Genel durum, şartlar, elimizdeki imkanlar bunlar eksik olunca zaten bunlar engel sayılır. Bunları aşmış olduğum anlar da oldu. 2013-2020 yılları arasında, yedi yıl içinde ister film ister dizi, Elhamdülillah, başarılar kazandım. Türkiye’de, İran’da filmlerde rol aldım. Azerbaycan’da 25’den fazla filmde oynadım, başrol oyuncusu oldum. Yılın oyuncusu seçildim vb. Bunlar çok güzel şeyler, fakat koronavirüs sonrası kendimizde düştük. Kendimizi ayağa kalkamadık ki, işimizi de kaldıralım. Soruya dönersek, elbette kesinlikle var. Benden daha iyi oyuncular kesinlikle var. En büyük problemimiz eskiden teknik eksiklikti. Her şey vardı, çekimler zayıftı. Şimdi teknik sorunları aştık fakat şimdi de senaryo sorunumuz var. Ferhad şöyle diyeyim, sanki hep bir şey eksik. Problemleri tamamen bitiremiyoruz. Oyuncu olduğumuz zaman yönetmen olmuyoruz. Yönetmen oyuncu olduğunda senarist olmuyor. Hep bir şey eksik. Ama umutluyum. Neden? Çünkü biz hep işi yaparken nelerin eksik olduğunu işin ortasında öğreniyorduk. Ama şimdi işin başından bilip, onu arıyoruz. Zannımca önümüzdeki 1-2 yıl içinde bu sorunları da aşarız ve yeniden güzel işler ortaya koyarız. Doğru, bizim yaşımız geçiyor ama yeni nesilde geliyor. O yüzden çok olumlu ve umutluyum. İnanıyorum ki her şey çok güzel olacak. Bir de bazen bizi Türkiye dizileri ve filmleriyle aynı kefeye koyuyorlar, ama hem izleyici açısından hem de nüfus bakımından biz küçük bir ülkeyiz. Biz eğer on dizi çıkarabiliyorsak, onlar yüz tane çıkarıyor. Bu çok doğal ve normaldir. Bizden on kat büyükler nüfus olarak. Bizden on kat fazla üretmeleri bazen bize eksiklik gibi gösteriliyor. Bizde dizi ve film az diyorlar. Bazı şeyleri dikkate almak lazım. Onlarda  nüfusa göre yüz film normal, bizde 10 film.  Ayrıca nüfusun tamamı film ve dizi izlemiyor ki, başka eğlenceler bulan insanlar da var. Alım gücünü dikkate almak lazım. Yani, çok şey dikkate alınmalı. Bugün için başkasını bir kenara bırak, kendimiz bile  kendimizden %50 gerideyiz. Ama inşallah önümüzdeki 1-2 yıl içinde bu da düzelir.

Umarım her şey gönlünüzce olur. Bu alanda tekrar eden ve sıkıcı senaryoların yer aldığı diziler sürekli aynı konular etrafında çekiliyor. Pek çok dizi hedeflediği reytingi elde edememesine rağmen, yine de aynı konuda diziler çekilmeye devam ediyor. Siz bu çelişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

E.C-Bizde dizilerin %95’i aile ve günlük yaşam konusundadır. Bazen öyle şeyler oluyor ki eleştiri yapılamıyor. Mesela din üzerine dizi çekilmez. Eskiden askeri konularda da dizi çekilmezdi, çünkü bir yerde mağlup bir devlet konumundaydık. Ama şimdi galibiz, elhamdülillah. Ordumuz orada hayalini bile kuramadığımız birçok şeyi başardı. Ama bu zaferle ilgili elbette ki neden komedi dizisi çekilsin ki? Siyaset üzerine dizi çekmek de çok mümkün değil. Eskiden "Kurtlar Vadisi" vardı, orada mesela siyasi mesajlar veriliyordu. Ama bizim toplum biraz farklı. Biz biraz eğitim üzerinden yapabiliyoruz, biraz da sağlık alanında; örneğin bir hastanede yaşanmış bir olayı çekebiliyoruz. Her şeyden biraz yapabiliyorsun. Ama hiçbir şeyi tam olarak yapamadığımız için sonunda yine dönüp dolaşıp aile ve günlük yaşam konusuna geliyoruz. Tüm samimiyetimle söyleyeyim, bazı konulara girmeye biz de çekiniyoruz. İzleyici de bazı konuları pek sevmiyor. Mesela bizde suç temalı diziler çok izlenmiyor. Türkiye’de veya Rusya’da izleniyor ama bizde izlenmiyor. Çünkü Azerbaycan’da öyle şeyler olmuyor ki. Ufak bir suç işlense hemen polis gelip alıp götürüyor. Ama silahlar, çatışmalar, mekâna baskınlar falan bizde bunları çekemezsin. Çünkü insanlar güler buna; “böyle bir şey bizde yok ki, bu ne şimdi?” derler. Toplumda olmayan bir şeyi toplumda göstermeye çalışınca da çok izlenmiyor. Yapay duruyor. Oyuncular da çoğu zaman oynayamıyor çünkü böyle şeyleri hiç görmemişiz. Türkiye’de “Çukur” reytingleri altüst etti. Ama bizde “Çukur” diye bir şey yok ki. Oyuncuya da nasıl oynaması gerektiğini anlatamıyorsun; oyuncunun bile gülesi geliyor. Bu yüzden bazı şeylerde sınırlıyız. Biraz senaryo, yönetmen ve oyuncu açısından da zayıfız, bunu da kabul ediyoruz. Belirli ölçüde eksiklerimiz var çünkü o alanda çok tecrübemiz yok. Tam anlamıyla yapabildiğimiz şey; evde ne görüyorsak, aile ve günlük yaşam sorunlarını mı görüyoruz ? Onuda dizi yapıyoruz. (gülüyor)

Ama bence “Əqrəb Mövsümü” dizisi suç konusunda dengeyi tutturabildi. Ne çok abarttı ne de çok basitleştirdi.

E.C-Evet. Ama buna rağmen eleştiriler de oldu. Avukatlar biraz karşı çıktı vs. Ortalama açısından baktığında evet, “Əqrəb Mövsümü” gerçekten çok iyiydi. Ama şunu da unutma ki bu diziyi İctimai TV kendi finanse etti. Kendi bütçenle o seviyede bir dizi çekmek mümkün değil. Çünkü mesela sana bir çikolata sponsor oluyor. İstemiyor ürünü elinden bırakmanı, her sahnede o çikolatanın görünmesini istiyor. “Dizide sürekli çikolata ye, reklamım olsun” diyor. Bu da dizinin ciddiyetini öldürüyor. Ama bir de düşün ki bütçen var, bağımsızsın, hiç kimseyi reklam etmiyorsun, sadece işe odaklanıyorsun. Mesela bu sefer sponsorun limon olsa, dizi boyunca limon yemekten insan bir tuhaf oluyor (gülüyor). O zaman da diziden istediğini alamıyorsun. Aile ve günlük yaşam konularında dizi çekmemizin sebeplerinden biri de bu. Mesela dizide mutfağa giriyorsun, istediğin sponsorün ürününü mutfakta kullanıyormuş gibi gösterebiliyorsun. Kısacası sponsorlara bağlıyız. Türkiye'nin böyle kaygıları yok. Ben orada birkaç dizide oynadım, biliyorum. Ama bizde öyle değil. Kabul edelim, biz bağımsızlığımızı kazanalı 30 yıl oldu. 100 yıllık bağımsızlığa sahip bir ülkeyle 30 yıllık bağımsızlığa sahip bir ülke aynı olamaz ki. Bunu da göz önünde bulundurmak lazım.

Sizce, insanın ruhunda hangi karakter iz bırakır — oynadığı mı, yoksa oynayamadığı mı?

E.C-Bazen bana diyorlar: “En beğendiğin rol hangisi?” Diyorum ki: “Henüz oynamadım.” En beğendiğim rol, henüz oynamadığım roldür. Senin bu sorunun kendisi de meseleyi oraya getiriyor. Katılıyorum, öyle şeyler var ki içinde birikir, ama uygun ortam olmadığı için oynayamıyorsun. Bence insanın ruhunda iz bırakan, oynayamadığı roldür. Mesela Türkiye'de “Babam ve Oğlum” filmi var. Orada dedeyi oynayan Çetin Tekindor’un performansı, bence mesleğinin zirvesiydi. Sonrasında da dizilerde, filmlerde oynadı ama o karakter zirveydi. Bizim oyuncuların çoğu o zirve rolü oynayamadı. Mesela Rasim Balayev için “Nəsimi” ve “Babək” var. O bu zirveyi gördü. Ama bizim çoğumuz o zirveye çıkamadık, bu yüzden de oynayamadıklarımızı kabul ediyoruz. Bence bu yüzden, insanın içinde iz bırakanlar oynayamadığı rollerdir. Belki de oynasaydık, oyuncu olarak tamamlanmış olurduk. Benim kendi cevabım da: oynamadığım rollerdir.

Sizin bir röportajınızı izlemiştim, orada şöyle bir fikir belirtmiştiniz: “Aklımda çok senaryo ve fikir var ama henüz hayata geçiremedim.” Ben de buna dayanarak düşündüm ki, muhtemelen siz de iz bırakan oynayamadığınız karakterler olacak.

E.C-Bir tane çok arzuladığım bir film var. Senaryosunu kendim yazdım. Hiçbir zaman, hiçbir yerde söylemedim bunu ilk kez sana söylüyorum: “Qızım” filmi. Hiç kızım olmadı, iki oğlum var. Böyle bir film yazdım. Bilmiyorum, oradaki kahraman ben miyim, değil miyim... ama isterim ki Allah nasip etsin, o filmi çekeyim. İşte sorduğun sorunun cevabı budur. Bu filmi çeksem, belki de tamamlanmış hissederim kendimi.

Yakın gelecekte mi acaba?

E.C-Eğer bir arzun varsa, o nasip olur. Allah sana nasip etmeyeceği hiçbir şeyi kalbine, aklına koymaz. İnanıyorum ki nasip olacak.

İnşallah. O filmi bir gün izlemeyi çok isterim.

E.C-Mutlaka gala gösterimine seni davet edeceğim. Bu konuda ilk konuştuğum kişi sensin.

Teşekkür ederim. Bu benim için çok özel ve kıymetli bir davet oldu. Gerçekten insanı çok değerli hissettiren bir davet. Kesinlikle katılacağım.

E.C-Zaten değerlisin kardeşim. İnşallah.

Bizim kültürümüz açısından en üzücü şey şu ki, çok yetenekli oyuncularımızı basit filmlerde görüyoruz. Kendi sanatına saygıyla yaklaşan, değerini bilen bir oyuncu için zayıf senaryolarda yer

almak nasıl bir içsel çatışmaya yol açabilir? Bu durum oyuncuda nasıl bir psikolojik travma yaratabilir?

E.C-Ben olayın sadece o tarafını söylemeyeyim şimdi, çok eleştiri alacağım cevaplarsam (gülüyor). Ama yine de cevap vereyim. Bu dediğin travma sadece orada yaşanmıyor. Oyuncularımızın çoğu mecburiyetten düğünlere gidiyor, sunuculuk yapıyor. Farklı etkinliklere katılıyorlar, insanları güldürmek, eğlendirmek için. Ve en kötüsü biliyor musun, oralardan kazandıkları para tiyatrodan ya da filmlerden kazandıklarının çok üstünde oluyor. Ve bu parayla ailesini geçindiriyor. İnan bana, oyuncuların çoğuna sorsan, hiçbirinin içinden gelerek gitmiyor oralara. Bu travmayı akşam yaşamış bir oyuncu, sabah nasıl sette ya da sahnede iyi performans sergileyebilsin ki? Biz sadece oynadıklarımızla değil, oyundan önce yaşadıklarımızla da travmalar yaşıyoruz. Elhamdülillah, 2013 yılından beri o tarz etkinliklerde yer almıyorum. Ben olaya sadece sahne anından bakmıyorum. “Sahne” dediğimiz anın öncesi var, oradan bakıyorum. Sahneye biz zaten travmalarla boğuşarak geliyoruz. Bugün olumsuz konuşmak istemiyorum ama öyle sorular yazmışsın ki mecburen olumsuz cevaplar veriyorum (gülüyor). Biz o noktaya zaten travmalarla geliyoruz. Ve o zaman da seyirciye istediğin performansı veremiyorsun. Biraz da orada bir denge oluşuyor. Bazen o salonda seyirci de yarım oluyor, onunla tamamlanıyoruz. Çünkü benim kendi travmam var, onun da kendi travması var ortada buluşuyoruz (gülüyor). Allah nasip etsin ki hem seyirci hem de sahnedeki oyuncu travmasız olsun. O zaman daha mutlu oluruz. Genel olarak söyleyeyim, dünyada mutluluk diye bir şey yok. Haz var. Kalıcı mutluluk diye bir şey yoktur, sadece anlık haz vardır. Ama zihin ve ruh huzur içindeyse, insan kısmen de olsa mutlu olur. İnsan film ya da tiyatroya mutlu olmak için gider. O mutluluğu tam yaşamak için travmasız olmak şarttır. Bu hem izleyici hem oyuncu için geçerlidir. İkisinden biri travmalıysa, orada bir problem vardır.

Ben tam istediğim cevabı aldım, teşekkür ederim.

E.C-Biraz uzun cevaplar veriyorum, kusura bakma.

Yok, tam tersi. Şu an gerçekten çok keyif alıyorum. Ben neden bu tarz sorular yazdım, onu da açıklayayım size. Üzülerek söylüyorum ki, bizde birçok komedi oyuncusunun maalesef hayata bakış açıları çok derin değil. Belki de gazeteciler hep aynı soruları soruyorlar ve oyuncular da artık ezberden aynı cevapları veriyor, bu yüzden de derinliklerini gösteremiyorlar. Sorun gazetecilerde de olabilir. Ama ben sizin birçok röportajınızı izlemiş ve okumuşum. Gerçekten de hayata bakış açınız çok ilginç ve derin. Ben de düşündüm ki, bu sorularımın cevabını herhalde en iyi Elmeddin Ceferov verebilir.

E.C-Allah razı olsun. Teşekkür ederim.

Toplum değiştikçe artık hangi konularla şaka yapılamaz hale geliyor?Bu bir evrim midir, yoksa sansür mü? Aslında biraz bundan bahsettik. Siz dini konuya değindiniz. Mesela Türkiye’de, eskiden Süleyman Demirel, Turgut Özal gibi isimler cumhurbaşkanıyken, onları eleştiren tiyatro oyunlarını kendileri en önden izler, oyuncuları alkışlardı. Ama şu anda Türkiye’de hiçbir şekilde siyasi içerikli bir oyun sahnelenemiyor.

E.C-Ben olan bir şeyi söyleyeyim. Aslında devlet başkanıyla ilgili bir şey olmamalı. O imajı korumak gerekir. Ben olayın hangi tarafındayım biliyor musun, bugün tiyatro oyunlarına gitsen, Sovyetler Birliği zamanında kolhozla ilgili olayları anlatan skeçler sergilenirdi. Ama şimdi, vallahi, bugünkü neslin kolhoz hakkında hiçbir fikri yok. Sovhozun ne olduğunu bile bilmiyorlar. Oyunların çoğu eski eserlerin sahnelenmesinden ibaret ama seyirciye geçmiyor. Zamanla uyum sağlamak lazım. Zamanın taleplerini yerine getirdiğinde seyirciyi kazanabiliyorsun. Ama zamanla uyum sağlarken de kendini Avrupalılaştırmamalısın. Kendini geliştirirken kendi kültürel değerlerini de göz önünde bulundurarak gelişmelisin. Evinde annene, kız kardeşine veya eşine gösteremeyeceğin hiçbir şeyi çıkıp televizyonda ya da sahnede başkasına göstermemelisin. Bu değerlere dikkat etmelisin. Bu seni kısıtlamaz, bu özgürlüğünü elinden almaz. Bazı değerlerimiz var; mesela ben geldiğimde benden küçük biri ayağa kalkarsa, benden büyük biri geldiğinde ben ayağa kalkıyorsam, bu benim özgürlüğümü kısıtlamaz abi. Bu bizim kıymetli değerlerimizdir. Ama bazen güncelleme yapmıyoruz. Güncelleme yapmadığımız için de dediğimiz sorunlar ortaya çıkıyor. Bizde zamanla uyum sağlanmıyor tiyatrolarda, filmlerde. Bunun içinde bazı korkularımız da var, bu ayrı konu. "Yaparsam Silivri soğuktur" (gülüyor) korkusu da var içimizde, itiraf ediyorum. Ama en önemlisi, kendimizi yenilemediğimiz için çok derin düşünemiyoruz. Şimdi bazı meslektaşlarım bana kızacak bu söylediklerim yüzünden ama ben onların adına değil, kendi adıma konuşuyorum şu an; bana kızmasınlar. Vallahi bazı şeyler var ki, itiraf ediyorum, o kadar derin düşünmüyoruz. Toplumu buna hazırlayamıyoruz. Çünkü biz kendimiz buna hazır değiliz. Bugün bazı saçma şarkılar trend oluyor. Ama klasik şarkılarımız trend olmuyor. Bazı basit programları sunanlar arkadaşlarım, biraz onların da suçu var toplumun böyle şekillenmesinde. Bazıları gerçekten arkadaşlarım ama ben onların işine karışamam ki, bir şey diyemem. Onlar da mecburen reytingin peşinden koşuyor. Böyle olunca kalite de düşüyor. Seyircinin zevki de ucuzlaşıyor. Benim kendi derinliğim yoksa, derin seyirciye hizmet edemem ki. Baştan sona bir derinlik olması lazım. Sunucusundan, en arka sıradaki seyirciye kadar. Çok üzücü ki, derin insanlar var ama çok azlar. Çok karamsar konuştum değil mi? (gülüyor) Sorularını da çok hüzünlü yazmışsın.

Geçen gün bir tiyatro oyuncusuyla röportaj yaparken bir soru sordum: Neredeyse her alanda bayağılaşma var ama tek tiyatro bu bayağılığa bulaşmamış. O da dedi ki, "Çünkü tiyatro seyircinin arkasından gitmiyor, seyirciyi arkasından getiriyor." Peki bunu siz filmlerde yapamaz mısınız?

E.C-Aslında en doğrusu bu. Ama filmde bunu yapmak için maddi bir altyapı gerekiyor. Oyuncu çok ucuza filme çekiliyor. Oyuncu günü kurtarmak için çalışıyor. O bayağılığı günü kurtarmak için yapıyor. Sanata yatırım için yapmıyor. Bu, ancak sağlam bir maddi altyapı olursa mümkün olur ki oyuncu geleceğe yatırım yapsın. Adam bugünü kurtaramıyor, yarını nasıl bekleyelim ondan? Bu zincirleme bir sorun. Bunun için bazen kurban vermen gerekiyor. Ama bilmiyorum kaç oyuncu, yönetmen, senarist buna hazır. Devlet bazen para ayırıyor ama toklar alıyor, açlar yine aç kalıyor. Şöyle diyeyim; bu çok da karamsar bir durum değil. Mesela futboldan örnek vereyim: Türkiye'de birkaç takım Şampiyonlar Ligi'ne çıkıyor değil mi? Hepsi gidemiyor. Diğer takımlar var ama gidemiyor işte, bu da öyle bir şey. Festivale sunulacak bir iki film olmalı, hepsi değil. Bizim şu anki sorunumuz, öne çıkarılacak bir iki filmin olmaması. Daha önce ödül alan filmlerimiz oldu elbette, ama bunu her yıl alabilecek seviyeye getiremedik henüz. Ama bir gün bunları aşacağımızdan çok eminim.

Sahne sizin için gerçekten kaçış mı, yoksa hakikatin ta kendisi mi?

E.C-Tüm samimiyetimle cevaplıyorum. Sette “motor” dendiği andan itibaren ben Elmeddin’den çıkıyorum. Orada oynadığım karakter neyse, ben o oluyorum ve onu yaşıyorum. “Stop” denilince fark ediyorum ki ben Elmeddin’im ve rol yapmışım. O an çok mutlu oluyorum. Mesela Bacanaklar dizisinde Taleh’i oynuyordum ya, bir süre sonra Elmeddin’den çıkıp Taleh’i yaşamaya başlıyordum. Sette sanki gerçek hayatta Taleh benmişim gibi hissediyordum. Başka bir evrene geçiş yapmış gibi. Yapamadığım her şeyi o karakterde yapıyordum. Hayatta ikinci eş mümkün değil mesela, ama orada Taleh’in iki eşi vardı. Ben o yaşamadığım duyguyu orada yaşıyordum. Kendi adıma söyleyeyim, benim için sahne bir kaçış değil, bir “tamamlanma” yeridir. İçime sinen bir senaryo olunca ben tamamlanıyorum ve o enerjiyi seyirciye tam anlamıyla aktarabiliyorum. Ama içime sinmezse, onu seyirciye de geçiremiyorum.

Peki, bir karaktere bu kadar adapte olduktan sonra tekrar Elmeddin Ceferov’a dönüş nasıl oluyor?

E.C-Bak, çok samimi bir cevap vereceğim sana. Hayatta hep iyi bir insan, topluma faydalı bir birey olmaya çalışıyorsun. Ama bazı şeyler var içimizde. Mesela çapkınlık; her erkekte var bu. Ama hayatta aile terbiyen, ahlakın, konumun bunu kısıtlıyor, sen bunu yapamıyorsun. Ama bu içimizde var. Bunu rolde rahatça oynayabiliyorsun çünkü karakter senin aracılığınla onu yapıyor. Bu ilginç bir duygu. Aşırı mutluluk verici bir şey. (gülüyor) Belki bunu söylemek ayıp ama ben itiraf edeyim; hayatta yapmadığım her şeyi karakter aracılığıyla yaptım. Bu da demek ki bilinçaltımda olduğu için olmuş. Ve bu yüzden doğal oynamışım. Herkes diyor ki “Çok içten, doğal oynamışsın.” Ben de diyorum ki, “Çünkü o benim aslında hayatta yapamadığım şeylerdi ama karakter içinde yaptım.” (gülüyor)

Ne mutlu size ki, içinizdeki o eğlenceli kişiliği bir karakter aracılığıyla ortaya çıkarma fırsatı bulmuşsunuz. Bu samimi cevabınız için de ayrıca teşekkür ederim. Sizce komedinin gücü en çok ne zaman ortaya çıkar: insanın kendine güldüğü anda mı, yoksa başkasına mı?

E.C-Bu bizim en yaralı noktamız, tüm sanat camiası için geçerli. Ne yazık ki bizde bazı kişiler dizide, TV programında ya da filmde kendilerini çok komik duruma düşürüyorlar. Onlara çok üzülüyorum. Bu sanat değil, kişilik olarak kendini gülünç duruma düşürmüş oluyorsun. Onlara bunu söyleyince de sana küserler. Ama oynadığın karaktere sonra dönüp baktığında ona kendin olarak değil, karakter olarak gülüyorsan, ne mutlu sana. O oyuncu işini yapmış olur, oyuncu olarak mutlu olmalı. Mesela Rasim Balayev. Nesimi gibi bir karakteri öyle bir canlandırdı ki, Nesimi’nin sevilme sebeplerinden biri de o film oldu. Çünkü kitaplardan tanımayanlar bile o filmle Nesimi’yi sevdi. Rasim Balayev şimdi o filmi gururla izleyebilir. Ama izlediğinde Rasim Balayev olarak değil, Nesimi olarak izliyor. İşte sanat budur. Oyuncu buna gülmeli, buna üzülmeli. Bizde öyleleri de var ki, bazıları çıkıyor, kendini komik duruma düşürüyor, sonra da kendini izleyip ağlıyor: “Ben kendimi neden bu hale soktum?” diye.Babam ve Oğlum filmindeki oyuncu, o filmde kendi hayatını oynamadı ki... Ama o kadar çok insanın hayatını oynadı ki, o insanların diliyle anlattı hikâyeyi. Bu arada, o film beni ağlatan tek film oldu. Belki oyuncunun kendisi bile o filmi izleyince ağlamıştır. Ama kendi hayatına değil, oradaki karakterin hayatına ağlamıştır. Ben böyle düşünüyorum. Oyuncu kendini oynamamalı. Ona verilen karakteri öyle oynamalı ki, seyirci kararsız kalmalı: “Acaba bu kendisi mi, yoksa karakteri mi oynuyor?” diye düşünmelidir. Oyuncu o kahramanı doğurmalıdır. Nasıl ki ressam içinden geldiği gibi bir tabloyu çizer, o tablo onun çocuğu olur, işte oyunculuk da öyle bir şeydir. Anlatabiliyor muyum? Mesele bu.Ama kendini gülünç duruma düşürmek çok yanlış. Herkes hata yapabilir, belki biz de gençliğimizde hatalar yaptık ama sonra o hataları fark edip kendimize “dur” dedik. Ama hâlâ bazıları ısrarla bunu yapmaya devam ediyor. Bu da beni çok üzüyor. İleride kendileri de çok üzülecekler: “Ben ne yapmışım?” diyecekler. Çok şeyi satabiliriz. Ama geri alamayacağımız bir şeyi asla satmamalıyız. Bazıları her şeyini satıyor… Hem de bir daha asla geri alamayacakları şeyleri.

Bir komedi oyuncusu olarak kendinizi daha çok “gerçeği taşıyan biri” olarak mı görüyorsunuz, yoksa “ruhu hafifleten biri” olarak mı?

E.C-İkisini de yaşadım diyebilirim. Bazı anlar oldu, oynadığım rolde gerçeği seyirciye aktarmaya çalıştım. Qaragöz filminde, babasını huzurevine bırakan bir adamı canlandırdım. Orada komedi aracılığıyla çok ciddi mesajlar verdim. Bunu hem kendi altyapım hem de senaryo izin verdiği için yapabildim. Ama bazı senaryolar da oldu ki, sadece anlık durum komedisiydi, hiçbir mesaj içermiyordu. Benim bütün gün seyirciye mesaj verme gibi bir hedefim hiç olmadı. Bir de şöyle bir düşünce var, ona da katılmıyorum: “TV programları bize eğitim vermiyor. Eğitici bir şey yok” diyorlar. Sen 11 yıl okul okumuşsun, 4 yıl üniversite okumuşsun... Şimdi kalkıp 1 saatlik bir programdan nasıl eğitim almak istiyorsun? Ailenden, çevrenden onca yılda eğitim almadıysan, benim 60 dakikalık programımdan ne alabilirsin ki? Burada bir denge olmalı. Eğitim bile eğlenceli bir şekilde sunulmalı. TV daha çok eğlence içindir. Tabii eğlence deyip de her şeyi yapamazsın. Bazı çizgileri aşmamak gerekir. Her şey kendi ahlak çerçevesi içinde olmalı. TV tüm gün eğitim veremez; bunun için zaten okullar, üniversiteler var. O yüzden bazen eğlenceye hizmet ettiğim işler oldu, bazen mesaj içerikli senaryolarda da yer aldım. Ama hiçbir zaman “Azerbaycan’ın en akıllı oyuncusu ben olacağım, herkese akıl dağıtacağım” gibi bir iddiam olmadı.

İnsanların tanıdığı Elmeddin ile sizin kendinize tanıdığınız Elmeddin arasında ne gibi farklar var?

E.C-Allah’ın bana verdiği en büyük nimetlerden biri bu oyunculuk yeteneği. Ben bu yeteneğin arka palnında “Elmi”yi yaşadım. Yakınlarım bana “Elmi” der. Elmeddin’i herkes tanıdı ama Elmi’yi seyirci asla tanımadı. Elmeddin’i insanlar için, Elmi’yi ise kendim ve ailem için yaşadım. Bir anlamda Elmeddin, Elmi’yi korumuş oldu. Hiçbir zaman bundan yana bir şikayetim olmadı, aksine şükrediyorum. Ben izleyicinin benim gerçek kimliğimle tanışmasını istemem. Allah’ın verdiği bir yetenek var, bir de verdiği bir ömür var. Yetenek tarafını insanlarla paylaşmak istiyorum ama ömür tarafını kendim için yaşamak istiyorum. O ömrün içinde iyi bir insan, iyi bir baba, iyi bir kardeş, iyi bir eş olmam gerekiyor. Eğer bunları iyi yaparsam, zaten Allah’a iyi bir kul olurum. Ama bunlar benim sınavım. Bunları sahneye neden taşıyayım ki? Sanatta bana verilen her rolü oynarım. Ama bir de hayatın bana verdiği roller var: Ben neden varım? Neden sorumluyum? Bunları insanlarla paylaşmak istemiyorum.Kendi hayatımı sahneleştirmek istemiyorum. Ama arada sırada böyle röportajlarda biraz kendimden satıyorum. (gülüyor) Bu arada, gerçek hayatta da hep gülen, neşeli biriyim.Böyle kaşları çatılmış, karamsar biri değilim. Hep iletişime açık, konuşkan biriyim.Ama sanattaki bakış açılarımla, hayatımdaki bakış açıları çok farklı.

Türk yazarı Dücane Cündioğlu diyor ki:

E.C-O adama sen yazar mı diyorsun? Bence filozof ya o adam.

Sosyolog bile diyebilirim.

E.C-Soruyu duymadan bir şey söyleyeceğim. Ama lütfen sen yine de soruyu olduğu gibi sor bana.Benim için, Türkiye'deki en derin filozoflardan biridir kendisi. Kelime dağarcığı o kadar geniş ki, Türkiye’de onun kadarını hatırladığım ikinci bir isim yok. Zaman zaman Osmanlı Türkçesiyle bile konuşuyor. Ben onu filozof olarak görüyorum. Sadece inançlı biri olduğu için, bazı filozoflar tarafından dışlanıyor; çünkü “filozofun inancı olmamalı” diyorlar. Zaten kendisi de agnostik mi, deist mi tam hatırlamıyorum. Ama tek kelimeyle: muhteşem. Evet, ne diyormuş bakalım? (gülüyor)

Dücane Cündioğlu diyor ki: "Seni senden uzaklaştıran ne varsa, ondan uzaklaş." Peki, sizi sizden uzaklaştıran şeyler oldu mu? Olduysa, onlarla nasıl mücadele ettiniz?

E.C-Çok güzel bir soru. Allah senden razı olsun. Bu, belki de son üç yılda duyduğum en güzel soru. Çok iyi hazırlanmışsın. Gerçekten çok etkiledi beni şu an. Beni benden uzaklaştıran elbette bazı şeyler oldu. Bunlar bazen kötü alışkanlıklar olabiliyor. Ve bu alışkanlıklardan uzaklaşmak bazen gerçekten çok zor oluyor. Ama eğer sen o şeylerden Allah rızası için uzaklaşırsan, yücelmeye doğru gidiyorsun. Ben “insan idealleşir” demiyorum, ama seni senden alan şey seni köle yapar. Bazıları paranın, bazıları şöhretin, bazıları egosunun ya da karakterinin kölesidir. Alışkanlıklar da seni kendi kölesi yapar. Çok derin bir söz gerçekten. Tüylerim diken diken oldu. Bu sorunun beni bu kadar etkilemesinin sebebi şu: Son zamanlarda beni kendimden uzaklaştıran birçok şeyi durdurdum. Ve bazılarını da durdurmak için hedef koydum kendime. Bu yüzden biraz şaşırdım da: “Bunu nereden biliyor da bana bunu soruyor?” dedim içimden. En kısa zamanda bazı alışkanlıklarımdan da kurtulacağım.Elbette bu alışkanlıklar ahlaksız, kötü ya da günah şeyler değil ama faydalı da değiller.Sonuç olarak zararlı şeyler. Zihnimdeki birçok düşünceyi temizledim. Peki seni senden uzaklaştıran şey nedir? Mesela: kin, intikam, kıskançlık, ego... Bunların hiçbiri yok bende.Geriye sadece bazı alışkanlıklar kalıyor. Zaten geçmişte çok kötü ya da aşırı zararlı alışkanlıklarım olmamıştı. Şimdi kalan küçük alışkanlıklardan da en kısa zamanda uzaklaşacağım. Bizi bizden uzaklaştıran şeylerden kurtulursak, erdemli oluruz.Ama ne yazık ki biz çoğu zaman sadece sıradanlaşıyoruz.

Siz soruyu beğendiğiniz kadar ben de cevabı çok beğendim.

E.C-Ferhad, sana çok teşekkür ederim. Soru gerçekten mükemmeldi. İnan ki, bu soru, bugün sorduğun sorular arasında cevaplarken beni en çaresiz bırakan soru oldu. Belki de cevabını tam olarak veremedim.

Şahsen ben cevaptan tatmin oldum. Peki sizce, insan yalnızca mutlu olduğunda mı güler, yoksa en çok acı çekerken mi?

E.C-En kötü şeydir acı çekerken gülmek... Sana bir hikâye anlatacağım. Bir padişah bir gün duyar ki, bir köyde çok zengin bir adam yaşıyor. Adamlarına der ki: “Gidin, bu adam vergi falan da ödemiyor. Nesi var, alın getirin.” Adamlar gider, her şeyini alıp padişaha getirirler.Padişah sorar: “Ne oldu?” Vezir der ki: “Aldık, getirdik. Bağırdı, çağırdı.” Padişah der: “Demek ki hâlâ bir şeyleri var. Gidin, onda ne kaldıysa alın getirin.” Yine giderler, ne buluyorlarsa alıp getirirler. Padişah yine sorar: “Peki bu defa ne yaptı?” Yine bağırdı, “Bu haksızlık!” falan dedi, derler. Padişah: “Gidin, yine bir şeyler kalmıştır. Onları da bulun getirin,” der. Adamlar bu kez toprağını falan kazar, oradaki altınlarını bulup getirirler.Padişah sorar: “Şimdi ne yaptı?” Adamlar der ki: “Hiçbir şey yapmadı. Sadece durmadan güldü.” “Ne bağırdı, ne ağladı. Sadece güldü.” Padişah der ki: “Tamam. Artık onun hiçbir şeyi kalmamıştır.” Ben bu soruya bu hikâyeyle cevap veriyorum. Aslında kimseye böyle bir gülüş dilemiyorum ama… Belki de gerçek gülüş odur. (gülüyor)

Ve son soruma geldim: İnsan kendi gülüşünü ne zaman kaybeder?

Allah kimseye bunu yaşatmasın. Acı da olsa, gülmek iyidir. İnsan kendi gülüşünü kaybettiği zaman kalbi kilitlenir ve kararır. Bu, insanın bilinçli olarak verdiği bir karar değil belki.Bazen yaşadığın bir olay, bir travma seni gülüşünden eder. Ben kimsenin gülüşünü kaybetmesini istemem. Ama eğer bir insan hiçbir olay yaşamadan, hiçbir travmaya uğramadan kendi gülüşünü öldürürse, kalbi kararır. Ve kalbi bu kadar kararan biri, başkasının başarısından bile rahatsız olur. Düşün: Kalbini o kadar karartmışsın ki, birinin mutluluğu seni mutsuz ediyor. Bu huyla sadece kendini mutsuz edersin. Hayatını daha da çekilmez hale getirirsin. Allah kimseyi bu hale düşürmesin.

Öncelikle samimiyetiniz için çok teşekkür ederim. Bol kahkahalı bir röportaj oldu. En son ne zaman bir röportajda bu kadar güldüğümü hatırlamıyorum. Gerçekten çok kıymetlisiniz. İyi ki sizinle tanıştım. Röportajı sizin cümlelerinizle bitirmek istiyorum.

Öncelikle soruların çok güzeldi. Aslında az çok bu kalitede sorular bekliyordum. Çünkü eğitim çok önemli. Türkiye’de eğitim almışsın, orada çalışmışsın. Bu kalitenin altında sorular olsaydı, derdim ki yeterince iyi eğitim almamış. Ama beklentimin üstünde sorular olduysa, bu artık eğitimi de aşıyor; bu senin yeteneğinle ilgili. Röportaja çok iyi hazırlanmışsın, çok derin sorular sordun. Bu yüzden gerçekten sana teşekkür ederim. Bu tarz soruları yazmak için insanın kendisinin de derin düşünmesi gerekir. Bugün Ferhad isminde bir değerle tanıştım ve dost oldum. Teşekkür ederim.


ree

Comments


bottom of page