Fahreddin Manafov ile Sanat ve Ruh Üzerine Röportaj
- kibritfanzin
- May 5
- 17 min read
Azerbaycan sinemasının usta ismi Fahreddin Manafov, sessizliğin oyuncusu adeta. Bazen susar… Ama o suskunlukta öyle derin anlamlar saklıdır ki, anlayana ciltler dolusu sözden fazlasını söyler.
Biliyorum, Fahreddin bey az sonra burada okuyacağınız övgü dolu sözleri pek sevmez. Ama bilin ki bu satırlar bir övgü değil; içtenlikle hissedilmiş düşüncelerin ifadesidir. Kalpten gelen birkaç cümle sadece. Onun mütevazı duruşuna, zarif oyunculuğuna ve derinliğine duyduğum hayranlıkla, affına sığınarak bu satırları kaleme alıyorum.
Fahreddin Manafov Azerbaycan sinemasında sessizliğin oyuncusu. Bazen susar, ama suskunlukta çok kelimeler söyler tabii anlayana. Biliyorum Fahreddin bey birazdan aşağıda okuyacağlnlz övgü dolu cümleleri sevmiyor. Ama emin olun bu cümleleri övmek için değil gerçekten böyle hissedip, düşündüğüm için, Fahreddin beyin mütevazı kişiliğine sığınarak yazıyorum. Fahreddin Manafov, yalnızca bir oyuncu değil; varoluşun sahnesinde insan ruhunun sınırlarını yoklayan bir filozof gibidir. Onun performansları, izleyiciye sadece bir hikâyeyi anlatmaz; aksine, yaşamın ta kendisini sorgulatan bir içsel yolculuğa kapı aralar. Her rolünde, insanın evrendeki yerini, kaderin cilvelerini, ahlaki ikilemleri ve zamanın yıpratıcılığını bir bilge edasıyla işler. Manafov’un oyunculuğu Aristoteles’in "mimesis" (taklit) anlayışını aşar; o, taklit etmekle yetinmez, karakterlerin özüne nüfuz eder, onları yeniden yaratır. Bu yönüyle onun tiyatrosu, Platon’un idealar dünyasına açılan bir pencere gibidir: Sahnede beden bulan her karakter, hakikatin bir izdüşümüdür. Oynadığı her rolde insan doğasının karanlık ve aydınlık yanlarını iç içe geçirir. Bu yönüyle Dostoyevski’nin kahramanlarına benzer; ruhun çelişkileri, vicdanın fısıltıları ve özgürlüğün bedeli, onun sanatsal duruşunun temel taşlarıdır. Manafov, tiyatroyu yalnızca bir sanat değil, aynı zamanda bir etik alanı, bir felsefi meydan okuma olarak görür. Seyirci, onun sahnesinde yalnızca izleyen değildir; onunla birlikte sorgulayan, duygulanan ve dönüşen bir bilinçtir. İşte bu yüzden Fahreddin Manafov’un oyunculuğu, Sokrates’in “sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez” sözünün yankılandığı, düşünce ile duygunun el ele yürüdüğü bir mekândır.
*BU RÖPORTAJ, AZERBAYCAN TÜRKÇESİNDEN, TÜRKÇEYE ÇEVRİLMİŞTİR. RÖPORTAJIN DOĞALLIĞINI KORUMAK AMACIYLA BAZI KELİMELER, AZERBAYCAN TÜRKÇESİNDEKİ BİÇİMLERİYLE BIRAKILMIŞTIR.
Merhaba. Nasılsınız?
F.M- Merhaba. İyiyim teşekkür ederim siz nasılsınız?
Ben de iyiyim çok teşekkür ederim. Müsadenizle fazla zaman almadan sorularıma geçmek istiyorum.
F.M-Elbette. Buyurun
Ruhen yaralanmadan büyük sanat yaratmak mümkün müdür?
F.M- Hemen teşekkür ederim. Az önce söylediklerim boşuna değilmiş. Herhalde hissediyordum. Bu arada genel olarak sen mi yoksa siz mi hitap edeyim?
Sen diye hitap edebilirsiniz.
F.M- Tamam. Seninle tanışmamızı bilinçaltımda iyi anlamda hissetmişim. Çok tuhaftır ki, bende zaman zaman sezgi, içgüdü bana diyor ki, şükürler olsun, sezgin ölmemiş, hala var. Bu, benim ruhuma ve iç dünyama çok yakın bir soru. Elbette, bu soruya kendi mesleğim adına konuşarak büyük bir memnuniyetle cevap vereceğim. Mesleğim olan oyunculuğa, genel olarak kendime has bir yaklaşımım var. Bunu ikiye ayırıyorum: biri teknik, diğeri ruh, his. Bu ikisinin bir arada olması, eğer tam anlamıyla birleşirse, büyük bir sanat ortaya çıkar. Eğer sadece teknikse güzel. O zaman teknik ustalığını görürsün ve dersin ki, ne kadar büyük bir teknik bilgisi olan sanatçı ve bu tekniğini kullanabiliyor. Ama hisler, maalesef ki, oluşur ama tam anlamıyla sona kadar devam etmez. Sahneye çıkan oyuncu için, orada o emanasiya salona inip, seyircinin ruhuna dokunup, oradan oyuncuya geri dönmese, oyuna devam etmek çok zor olur. Bu durumu farklı adlandırmak mümkün. Mesela, seyirci bana ilgisiz davranıyor, ya da bana hisleriyle teşekkür etmiyor gibi. Ama profesyonellik sana bağlıdır. Eğer bunu yapamıyorsan, bu emanasiyayı göndermeyi başaramıyorsan, demek ki sende bir sorun var. O zaman sanki duvara oynuyorsun, ve duvarda sana doğal olarak hiçbir şey geri göndermez. Duvara değer vey ere düşer. Elbette, eğer bir eko varsa, kendini kandırabilirsin. (Gülüyor). Bu nedenle, bunlar ikiye ayrılır. Benim için dünyada çok büyük oyuncular var, ve hep olmuştur. Tanrı bana böyle imkanlar sağladı ve özellikle büyük ustad Rasim Ocaqov’un sayesinde. Onun eliyle bana bu imkanlar verildi ve büyük oyuncularla tanışma fırsatı buldum. Rasim hocam sayesinde, onun filmlerinde büyük ustaları gördüm. İsimlerini sayabilirim: Donatas Banionis, Aleksandr Kalyagin, Yury Yakovlev, Galina Polskikh vb. Benim için Amerika’da iki büyük oyuncu var. Şükürler olsun, her ikisi de yaşlı olmalarına rağmen hayattalarlar Allah uzun ömür versin. Gerçekten her ikisi çok büyük oyuncu. Birisi Jack Nicholson, diğeri Anthony Hopkins. Bana, hangisi daha büyük oyuncu diye sorarsanız, onları ikiye ayırırım. Derim ki, biri teknik mükemmeliyette olan oyuncu, diğeri ise ruhu ve tekniği birleştiren en büyük oyuncu. İki özelliğe de sahip. Elbette, Jack Nicholson’un da ruhu var. Mesela, Hollywood’un “Kurt” filmine izlemişsindir. Bu film iki kez çekildi, belki üç veya dört kez. Ama ben sadece bu iki filmi izledim. Birinde Jack Nicholson, diğerinde Anthony Hopkins başrolde. Aynı kurtu canlandırıyorlar. Ama fark şu: Jack Nicholson plastikasını (teknik), Anthony Hopkins ise matritsasını (ruhunu) oynar. Aradaki fark budur. Anthony Hopkins’in gözleri, oynar. Gözleriyle anlatır. Düşünceyi gözleriyle verir. Ne sakal bırakır, ne bıyık, ne de başka bir şey. Oyunculuğun en yüksek ruhu Anthony Hopkins'te var. Ve ben onda birçok şeyi görüp anlamışım. Ruh ile fikri iletmek, en önemli şey budur. Bu yüzden, yara olmadan büyük sanat yaratmak mümkün mü sorusu beni bu kadar derinlemesine cevap vermeye itti. Teknik temel alınabilir, ama bu çok karmaşık bir şeydir. Derin bir formadır. Elbette, acıyı veya yaranın hissedilmesini anladığınızda, ne olduğunu da anlarsınız, ama inanıyorum ki, bunu oynamak, eğer teknik yoksa mümkün değil. Değer verdiğin birini kaybediyorsun, değil mi? Onu kaç kez oynayabilirsin? Bir kez yaşadın, yani oynamadın. Çünkü sen yanındayken kaybettin onu. Hiç düşünmeden, büyük acılar çektin. Sonra onu oynayamayacaksın. Bunu yaşadın, gördün ve şimdi onu oynayacağım diyorsan, bu imkânsızdır. Bu, sadece hafızanda kalan detaylar ve anılarla ilgilidir. İşte o detaylar çok önemli. Ve bunlar da teknikle ilgilidir. Bana göre, mesela, bardak tutarken ellerim titriyor, ama sahnede o bardakla oynarken ellerim titremiyor. Bu detay olmalı. Genel olarak, oyunculuk sanatında, herhangi bir fikri iletmek için hepsi detaylarla birbirine bağlıdır. Bu arada oynamak sözü doğru değil. Kart oyunu oynanır. Orada “oynamak” denir. Ama oyunculukta “oynamak” denmez. Senin verdiğin o soruya karşılık, benim duruşum şu şekildedir. Eğer ikisi bir arada olurlarsa, çok büyük sonuçlar verir. Birlikte olmasalar da, tabii sonuç verir. Ama büyük sonuç olmaz. Ama elbette ki, mükemmel ve ideal bir son yok. Bu evrende de böyle değil mi? Bilinmezlik ve belirsizlikler… Nereden başlayıp nereye gidiyor, kara delikler ve bilinmezlikler… Bence, sizin alanınızda da aynısı geçerlidir. Hep duydum, biri diyor ki: “Ben karaktere girdim ve çıkamıyorum.” Bunu anlayamıyorum, nasıl olur? Bu kıyafet değil ki, bu bir ruh halidir. (Gülüyor) Girdiysen, çıkmayı da bileceksin. Nasıl yani çıkamıyorum? Bunlar hep bir düsturdur. Hep demişimdir, tekrar diyorum: Oyunculuk, bir matematik ve geometri gibidir. Bu matematik ve geometri oyunculuğun teknik tarafı. Bu bir kenara. Ama bunun bir de felsefesi de var. Felsefesi ise ruh ile ilgilidir. Ne yaparsan yap, gökyüzüne bakarken, orada ne görürüz? Matematik ve geometrinin nasıl ölçüldüğünü, nasıl düzenlendiğini görürüz. Aynı zamanda bunun arkasında da çok büyük bir ruh görürüz.
Ruhun yalnızlığı sanata ilham verir mi yoksa insanı yıpratır mı?
F.M- Ruhda hiçbir zaman yalnızlık yoktur. Ruhun kendisi başlı başına kimse olması doğru değildir. Ruh onsuz da tektir fakat yalnız değildir. Yalnızlık ile teklik arasında çok büyük fark vardır. Yalnızlık bir tercihtir. Teklikse başka bir tercihtir. Ruh öyle bir şeydir ki, örneğin oturuyoruz şu an seninle,bunlar senin ve benim ruhum. Biz ne istersek, nasıl istersek, hangi düşünceyi, felsefeyi, geçmişi, geleceği, neyi istersek, ruhumuza getirebiliriz.Bu anlamda sufi bana çok yakın olan bir varlıktır. Ben ‘izm’ falan demiyorum varlık diyorum. Bu benim için varlıktır. Çünkü ‘Məni məndə demə, məndə deyiləm,. Bir mən vardır məndə məndən içəri’. Eğer bu varsa bende, nasıl yalnız olabilirim? Ve o ruh beni bıktırır mı hiç? Mümkün değil. Biz, hatta artık alışkanlık haline gelmiş ne varsa,örneğin elimi uzatıp bu çayı alıp içiyorum vb. bunların hepsine ruhla yapıyoruz. Ruhsuz mümkün değil. Ben öyle bir insan tanımıyorum ki, kendi bilinçaltşnda ruhuyla "Bunu böyle mi yapayım, yoksa böyle mi?" diye konuşmasın. Biz böyle yaratılmışız. Biz böyle kurulmuşuz. Bunun yalnızlığı mümkün değil. Tam tersi, bu büyük bir varlık ve zenginliktir. Ne kadar çok ruhunda olursan, o kadar temiz ve pak olursun. Eğer ruhunla sürekli uyum ve iletişim içindeysen bu hep böyle olacak. Eğer ruhunu bastırırsan, o orada kalır ve senden ayrılır. Senden bağımsız olarak senden ayrılacak. Kendisi çekip gidecek. Çünkü ruhu tutan gariptir; ruhun kendisidir. Eğer, sen onunla ruhen yakın olmadığını görüyorsa, onu kabul etmiyorsan veya kabul edip korkuyorsan gider. Korkuyorsan dedim çünkü o sana her şeyi söylüyor. Bilincinin altında öyle düşünceler var ki, tüylerin diken diken olur. Her şeye karşı. En sevdiğinden düşmanına karşı, öyle fikirler çıkar ki, "Estağfurullah" dersin. Ama gelir işte o fikirler. Nereden gelir o fikir? Ruhdan gelir. Şimdi bu durumda bana söyle , yalnızlık olabilir mi? Mümkün değil. Her zaman şunu düşünüyorum: İnsan oğlu insan bu dünyaya gelmiş mi yoksa getirilmiş mi? Onu yalnız Yaradan bilir.Yaradan da kimdir nerededir? Biz ona Allah deriz, kimileri God derler. Farklı isimler vardır. Ama herkes bir noktaya, Yaradan’a yönelir. İster istemez, herkes ona Yaradan der. Farklı kelimelerle adlandırılsalar bile. Eğer varsa o Yaradan, ki bence elbette ki o var. Olmaması mümkün değil. Tesadüf olamaz, mümkün değil; her şey zeruridir (zorunludur). Her şey. Evrenin dağılması ve yeniden kurulması da. Güneş şu an yanıyor ve diyorlar ki, birkaç milyar yıl sonra sönecek. Bu doğal, diyorlar. Ya sönecek ya patlayacak. Bu mümkün ve olacak da. Bunlar hepsi önceden düzenlenmiş, kurulmuş şeylerdir. Ve bunların hepsinde ruh var, bizim ruhumuz var. Bu nasıl yalnız olabilir? Ruhumun olmamasını hayal edemiyorum. O zaman sanırım taş olurdum. Gerçi ben taşın da ruhu olduğuna inanıyorum. (Gülüyor)
Bir insanı anlamak için onun sözlerine mi yoksa suskunluğuna mı kulak vermek gerekir?
F.M- Basit şekilde ilerleyelim istersen. Öncelikle, bazen belirli formüllerden kullanıyoruz, diyorsun ki "bunu böyle yaptıysa, bu adam böyle" filan gibi benzeri şeyler. Boşver. Ben böyle yaklaşmıyorum. Çünkü defalarca o formülde yanıldım. Kayboldum o formülde. Öyleleri oldu ki, karşıma kuzu gibi biri çıktı, karşımdaki bir kuzu gibi görmen lazım. Allah Allah, benim için elinden geleni yapan biri gibi görünüyordu, ama sonunda onu şeytan gördüm. Ve o kadar güçlü bir şeytan çıktı ki... Bir yandan da Allah’ıma şükrettim, bana böyle bir kuzu şeklinde şeytan gönderdin diye. Hatta namaz kılıyor. Genellikle namaz kılan biri böyle şeylerden uzak durmalı değil mi?. Neyse, bunu bir kenara bırakalım. Bence, ilk buluşmada, karşındakini hemen görüp anlamaya çalışma çabası gereksiz. Yani, “Bununla yol gideyim, yolda kimin ne olduğu belli olur” diye. Bazı klişe görüşler var değil mi? Mesela bir de şey derler ‘Zor zamanın olunca herkesi tanıyabilirsin’. Çok garip geliyor bu bana. Şimdi bir şey hatırladım, onu anlatayım. Sanırım, Hollywood filmlerinden biriydi. Gelecekten gelen bir kahraman var ve geçmişteki bir mühüm olayı durdurmak için gelmiş. Orada bir diyaloğu hatırlıyorum. Gelen kahraman, geçmişteki bir insana diyor ki: “Siz insanlar çok garipsiniz.” Diğeri cevap verir: “Bizim garipliğimiz nedir?” “Sizin en iyi özelliğiniz siz en çok zor duruma düşünce ortaya çıkıyor. Siz çok kötü olunca o zaman sizdeki iyilik doğuyor” diyor.Bu senaristin oldukça ilginç bir yaklaşımı. Tabii biz filme bakarken yüzde 80-90 oranında diyoruz ki, bu büyük bir teoridir, böyle olmalıdır. Ama aslında, bunu yazan senaristtir. Ama bunun içinde gerçekten ilginç bir yaklşım da var. Neden insanlar, iyi ve insani yönlerini sadece kötü olduklarında ortaya çıkıyor? Bu açıdan ben buna şöyle yaklaşıyorum: Eğer ona iyi davranıyorsam, ona gerçekten kabul edip ve sonuna kadar ona her şeyimi açıp paylaşıyorsam, aslında kendimi anlıyorum. Kendimi tanımaya başlıyorum. Doğru cevabı zaman gösterecek. Ve zaman bunu gösteriyor. Buna defalarca şahit oldum. Bana bazen diyorlar ki, “Asla şu şeyleri söyleme, bunu sana karşı kullanabilirler.” Benim öyle bir kaygım yok. Diyorum ki, bana ait herhangi bir olayı rahatça, korkmadan anlatabilirim. Çünkü burada günah ya da utanç verici bir şey görmüyorum. Ama bir süre sonra bana karşılık verildiğinde, bileceğim ki bu insanla yoluma devam eder miyim, etmem mi. Bu benim duruşum ve böyle yaşıyorum. Çok garip geliyor, hatırlamıyorum kaç yaşımdan beri böyleyim, muhtemelen yaşamım boyunca böyle oldum.Ayrıca, insanlar arasındaki ilişkiler hakkında bir şeyler söylemek gerekirse, çocukken birkaç arkadaşın olur. Sonra bu aşamayı geçersin, ortaokul falan, o zaman yeni arkadaşların olmaya başlar. Çocukken olan arkadaşlar sanki hiç yokmuş gibi gelir. Aniden yok olurlar. Ya da biri kalır, onlardan sadece biri. Çok nadiren çocukluk arkadaşın hayatının sonuna kadar dostun kalır ve ilişkiniz devam eder. Ben bunları kitaplarda, filmlerde gördüm; ama hayatta gerçekten rastlamadım şuna. Biri 70-80 yaşında olduğu halde, “Bu benim, çocukluk arkadaşım” desin, belki var. Yani hafızamı zorlarsam, belki bazılarını hatırlayabilirim. Ama bu çok nadir. Yani, arkadaşlar yavaş yavaş kaybolur. Sen devam ettikçe, bu dostlar elenir. Kimisi kalır, kimisi kalmaz. Bazılarıyla iletişim kurarsın, belki 1 yıl, 5 yıl sonra arayıp “Hatırladın mı, ben şu. Nasılsın, ne var ne yok?” der. Ama ertesi gün, onun yanında olma isteğin kalmaz. Çünkü uzun süre araya mesafe girmiş. Çoğu şeyi değiştirmiştir. Dolaysıyla arkadaş ilişkilerinde arada tatiller olursa, iletişim kopar. Zamanla, “Neden arayayım, ne söyleyeyim?” diye düşünürsün. Çünkü büyük bir mesafe oluşur. Buna rağmen, ben şunu savunurum, isterim: yaklaşık 10-20 yıl önce tanıştığım dostlarım, kapımı çalmadan gelsin ve “Nasılsın, iyi misin, filan bir şeyler vardı, bilir misin? Nasıl oldu?” desin. Ben de “Ne diyorsun, yıllardır görüşmüyoruz” demem. Sadece “Bu böyle oldu” derim. Bu ilişki meselesi, kişinin kendisine bağlıdır. Yaşadıkça her şey netleşir.
Oyuncu, karakter aracılığıyla kendi gerçeğini mi arıyor yoksa onu saklıyor mu?
F.M- Hiçbir şeyi saklamaz, hatta tam tersi gizli olanını ortaya çıkarıyor ama resmi olarak göstermiyor. Bu ben değilim, bunu sadece oynayabiliyorum diyor. Yalan söylüyor, onda da var bu. Çünkü “Məni məndə demə bir mən vardır məndə. Minlərlə mən vardır məndə.” İşte hiçbir şeyi saklamıyor, hepsi onda var. O insanın içinde var hepsi.Bu dünyayı yaradan, bu insanı yaradan kimse kırılmasın bana (gülümsüyor), aynı çipi hepimize koymuş. Bizde her şey var. Bizde büyüklük de var, kahramanlık da, ihanet de, yalan da, dürüstlük de, her şey var bizde. İsa Peygamber'in dediği gibi “Günahı olmayan, taşı bana atsın.” Kimse günahsız değil. Anton Çehov'un çok büyük bir sözü var: “Hayatım boyunca köleliği içimden, hayatımdan çıkarıp atmak istedim,” diyor. Ve biz oyuncular sahneye çıktığımızda, bizde ne varsa,o ortaya çıkıyor. Tabii eğer güzel bir drama,güzel eserse ve elbette bunlar sadece klasiklerde oluyor .Klasik neden ölmez, neden sıkıcı olmaz? Çünkü içinde gerçek var. Orada gerçeği olduğu gibi yazmış. İşte bu yüzden onlar çok büyük yazar olmuş. Orada her şey var. Shakespeare'de de var, Dostoyevski'de de var, bizde Hüseyin Cavid'de de var. Biz saklamıyoruz, aksine şükür diyerek çıkarıyoruz, onu çıkardık diyoruz. “Ama bakın, ben bir karakter canlandırdım,” diyor. Yalan söylüyor. Neyi sen insanlara inandırabiliyorsan, o senin içinde kesinlikle vardır. Ben romantik, temiz kahramanlar da oynadım, ama onun yanında, öyle rollerde oynadım ki, filmlere izleyince derler ki “Allah Allah, bunda bu da varmış” var, elbette var. Neden yalan söyleyeyim? Daha önceki sorularımızda hatırlarsan, insanın bilinç altında nelerin olduğunu söyledim, işte aynı şeyler hepsi. Bu arada, sohbet çok hoşuma gidiyor. Uzun zaman oldu, bu tarzda röportaj yapmayalı. Gençsin ama çok dürüst yaklaşıyorsun, doğru yaklaşıyorsun, şükürler olsun. Teşekkür ederim ki, önceki röportajlarımı okumuşsun, bilgi edinmişsin ve anlamışsın ki, Fahreddin'e başka türlü yaklaşmak lazım. Senin bu yaklaşımın beni çok mutlu etti. Teşekkür ederim.
Gerçekten çok teşekkür ederim. Sizden bunları duymah gurur verici bir his.
F.M-Tüm samimiyetimle diyorum. Gerçekleri söylüyorum.
Çok sağ olun. Çok ilham verici cümleler benim için. Diğer soruma geçmek istiyorum. Hayatta en çok korktuğun şey nedir — unutulmak mı yoksa anlaşılmamak mı?
F.M- Ne ondan korkuyorum ne de diğerinden. Çünkü anlaşılmamak ilk başta benim kendi kusurum olabilir. Eğer beni anlamıyorlarsa demek ki bu benim sorunum. Kendimi anlatamadım veya ben de anlaşılacak bir şey olmadı. (Gülüyor) Eğer anlatamıyorsam, o zaman neden küseyim, neden kırılayım? Yalnızca kendimde sorun ararım. Unutulmaya gelecek olursak, tabii ki hepimiz mütevazı olmaya çalışıyoruz. Hepimiz insanız, insan evladıyız. Kendimizi seviyoruz. Egoizm, narsisizm bizde çok fazla. Sabah erkenden evden çıkarken bile aynaya bakıyoruz. En azından bir saçımızı tarıyoruz. Kendimizi çok seviyoruz. Unutulmaktan kaçmaya çalışıyoruz ve bu da böyle olmalı. Çünkü seni unutsalar demek ki gerçekten kimseye lazım değilsin. Ve eğer kimseye lazım değilsen, demek ki artık kendini değersiz hissediyorsun. Ormanda yaşil ağaçlar var diyelim, ama bir zavallı ağaç var orada, kurumuş kalmış duruyor öyle, gelen giden ona tekme atıyor. Sonunda ağaçları toplayan biri geliyor, kırıp götürüyor, yakıyor veya yok ediyor. Buna benzer bir şey unutulmak. Tabii ki, unutulmak kötü bir şeydir. Ama bunun bir yanı da var. Şahsen ben gerçekten unutulmayı çok isterdim.
Unutulmak mı istiyorsunuz?
F.M- Evet, unutulmak isterim. Bunun nasıl bir şey olduğunu görmek istiyorum. Unutmak ne demektir? onu anlamak istiyorum. Ben bunu teorik olarak biliyorum hatta örnekler bile sunuyorum. Ama gerçekten bunu yaşamak istiyorum. Size, kimseye anlatmadığım bir şeyi açmak istiyorum. Mesleğimle ilgili. Ruhdan başladık diye burada yalan söylemek istemiyorum. Bugüne kadar bir yerde söyledim, söylemedim, hatırlamıyorum. Belki de ilk defa size söylüyorum. Ya da belki de bunu söylemeye hakkım yok. Ama öyle bir yere temas ettin ki,söyleyeceğim. Merak ettin değil mi? (Gülüyor)
Hem de nasıl. (Gülüyor)
F.M- Bu mesleğe ben bir şeytanlık iş diyorum. Benim mesleğim şeytanilik,iblis mesleğidir. Muhtemelen bu nedenle dinimizde kabul edilmez. Müslümanlıkta, İslamda oyunculuk, tiyatro sanatı kabul edilmez. Yani, dinle uyumlu değildir bu. Belki de bu yüzden böyle düşünüyorum, bilmiyorum. Ben kendimi öyle bir yaştayım ki, Ağustos ayında 70 yaşım olacak. Bu uzun yolu katettikçe anlamaya başladım ki bu meslek şeytani bir meslektir. Çünkü sahneye çıkıyorum, oyunu oynuyorum. Akademik Rus Drama Tiyatrosunda çalışıyorum. Eugene Ionesco'nun “Kral Ölür” adlı oyunu vardı. Absurd türünde, çok zor bir türdür bu. Bizim Azerbaycanlı arkadaşım Erşad Elekberov ile birlikte Petersburg'ta yaşıyor kendisi ve onunla bu işi beraber yaptık. Çok büyük bir oyundu. Çok derin bir felsefe taşıyan bir eser. Eugene Ionesco, Romanya asıllı olup, o dönemde komünistlerden kaçıp Fransa’ya sığınmış ve hastalıktan acı çekerek bu eseri yazmış. Dediğin o yaralanma meselesi var ya, o da yaralanmış ve bu eseri yazmış. Neden bu mesleği şeytani diyorum? Ferhad, ben bunu büyük bir farkındalıkla anlatıyorum. Sıradan bir oyuncu gibi bahsetmiyorum. Ben öyle bir yaştayım ki, değerimi biliyorum. Bugün, şu an neler yapabildiğimin farkındayım. Bu mesleğin bana ait olan bütün yönlerini çok iyi biliyorum. Eğer sahneye çıkarsam (birkaç saniye sessizlik olur ve Fahreddin bey gözlerimin içine dikkatle bakar), işte böyle, sana şu an yaptığım gibi. Bütün seyircileri arkamca götürebilirim, bu hem teknik hem de ruhla ilgili bir şey. Bunu başarabiliyorum, bunu elde ettim artık. Ve “Kral Ölür” oyunu sahneye çıkarken “Seremoniya” adını verdik çünkü Fransız büyükelçiliği ricada bulundu ve bizden bu oyunun ilk adı ile sergilenmesini istediler. Yani “Seremoniya” olmasını istediler. Bu çok güçlü, büyük bir eser. Çok defa sahnelenmiş. Hepsinin videolarını YouTube'da bulup izledim. Samimiyetle ve sorumlulukla söylüyorum ki bizim oyunumuz, onların oynadığı oyundan hiç eksik kalmadş, hatta daha iyi bile oldu. Neden bu mesleği şeytani diyorum? Çünkü sahneye çıkıp seyirciyi manipüle edebiliyorum. Onları kendi tarafıma çekip, yönlendirebiliyorum. Benim vefat eden eşimle sadece 8 kez oyun oynadık. Sonra tiyatroda çalışanlar, çeşitli yollarla beni bu işten soğutmaya ve koparmaya çalıştılar ve başardılar. Bu nedenle tiyatroyla aramda büyük kırgınlıklar oldu. Eşim bana diyordu ki, ‘Bu çok büyük bir oyun.’ ve ben de diyordum ki, ben biliyorum, çoktan biliyorum bu eseri. Tiyatrodaki ustam, (Vaqif İbrahimoğlu) 80'lerin başında bu oyunu bizimle sahnelemek istemişti. Ama tarzı oldukça zor olduğu için, biz hazır değildik. Sonra zaman geçti yapamadık. Yine eşimle birlikte bu oyunu defalarca okuduktan sonra razlık verdim. Eşim filologdu, çok akıllı ve zeki bir kadındı. Birlikte bu eseri analiz ettik. O diyordu ki, ‘8 oyunu seyrettim, 48 yıldır birlikte yaşıyoruz. 48 yıl boyunca, senin böyle yönlerinden haberim yoktu. Sen 8 oyunun başından sonuna kadar beni eline alıp, istediğin yere götürürdün’. Şimdi soruyorum, bu şeytanilik değil mi? Evet, şeytanilik. Neden çok memnuniyetle, iyi bir filme, iyi bir oyuna tekrar tekrar izliyoruz? Çünkü o bizi kendiyle beraber alıp götürüyor. Çünkü ona ihtiyacımız var. Çünkü içimizde, her birimizde, seyirci olarak o şeytani güç var. Sadece biz kendimiz korkuyoruz onu ortaya çıkarmaktan. Onun aracılığıyla ortaya çıkarıyoruz, ben değilim, o yaptı diyoruz. Bu meslek gerçekten böyle bir meslek. Ama sınırını bilmek, ahlaki çerçeveden çıkmamak koşuluyla. Ahlaki sınırları aşmadan, insanları manipüle edebiliyorsam, ben şeytan değil miyim? Ben bunu kendim için söylüyorum.
Eğer oyuncu için hayat bir sahne ise, o zaman "gerçek ben" ne zaman ortaya çıkar — rol bittiğinde mi, yoksa sahnede tam anlamıyla yaşandığında mı?
F.M- Biz seninle karşı karşıya oturmuşuz. Sen Azerbaycan’ın oyuncusu Fahreddin Manafov’la oturuyorsun. Beni oyuncu olarak görüyor musun?
Elbette.
F.M- Sen başka oyuncularla da röportaj yapabilirdin, fakat sen beni seçtin. Doğru mu? Şimdi bu soruma cevap ver. Neden beni seçtin? Lütfen, yazarken bunların hepsini yazmanı istiyorum.
Bunun birkaç sebebi var ama en önemlisi şu, sizin canlandırdığınız karakterler benim ruhuma çok derinden dokundu.
F.M- Tamam. Yani, ben her zaman gençlere, öğrencilere, oyunculuğa yeni başlayanlara hep derim, yine de söylüyorum. Öncelikle, sen yine ruhdan bahsettin. Bugün bizim sohbetimiz ruhdan gidiyor ve çok da ilgi çekici. Eğer ben senin ruhuna dokunabildiysem, demek ki, senin bilinçaltına girebilmişim. Nasıl oluyor da Fahreddin Manafov senin ruhuna işler, bilinçaltına girebilir? Bu arada bu çok ilginç bir soru. Aslında şu ana kadar verdiğin sorular hepsi birbirine çok zincir gibi bağlıdır. Çünkü sen aynı çizgide düşünüyorsun ve yolundan sapmıyorsun, bu da takdire şayan. Neden zincir gibi? Diyebilirim ki, zaten cevap verdim bunlara, ama yine de bu zinciri kırmamak şartıyla cevap vermeye çalışıyorum. Ben nasıldım, ya da nasıl varım. Ben nasılsam şimdi aynıyım ve nasıl varsam, öyleyim. İster sahnede olayım, ister sahneden uzakta olayım. İster rolü bitireyim, ister seninle röportajı bitirince, gör bak, nasıl varsam, öyle olacağım. Çünkü ben artık mesleğimle kendimi bütünleştirmiş bir varlık oldum. Benden bağımsız bir şey bu. Çünkü ben bu mesleğimin fedaisi oldum. Bunu tüm varlığımla yapıyorum. Hem sahnede hem de hayatta aynıyım. Çok sevdiğim arkadaşım, saygıdeğer meslektaşım, benden yaşca büyük ustad Rasim Balayev de nasılsa öyledir. O yüzden onu çok seviyorum ona çok fazla saygı duyuyorum. Ayrşca mesleğine de büyük değer veriyorum. Çünkü bu insan, hayatta nasılsa, oynadığı, yarattığı her şey de öyle. Sadece bazı filmlerde ‘Nesimi’ olmuş, bazılarında ‘Babek’ olmuş. Ama hep Rasim olmuş. Çok sevdiğim Anthony Hopkins de, kimseyi oynamıyor, sadece kendisi. Bir oyuncu, birini oynayıp da diyorsa, “Ben karakter yaratıyorum, onu oynadım. Ben o değilim.” Ben onu oyuncu saymam. Belki bundan sonra benimle çatışacaklar, ama kendileri bilir. (Gülümsüyor)
Hemen diğer soruya geçiyorum. İnsan hayatında tesadüf var mı, yoksa her şey sebep-sonuç kanununa mı bağlıdır?
F.M- Üzgünüm, ama az önce sana bunu söyledim. Kainatta ve dünyada rastgelelik yoktur, her şey zeruridir (zorunludur) dedim. Yeniden dağılmak ve yeniden doğmak. Başka hiçbir şey yoktur. Ve oradaki o kanunları biz bilmiyoruz. Ve bilen gün kesinlikle ahiret olacaktır. Çünkü biz onu bilmeli değiliz. Ramiz Rövşen'in bir dizesi var: "Sonuncu şair öldüğünde gökten yere Allah inecek." Zeruridir (zorunludur), hiçbir şey rastgele değildir. Benim sana akşam saat 5'te telefon edip "şu anda vaktim var, sonra vaktim olmayacak" demem de zeruridir (zorunludur).
Sizin gibi birçok usta sanatçıyı bugün çekilen filmlerde nadiren görüyoruz. Oysa ki, siz sadece bir oyuncu değilsiniz, aynı zamanda canlı bir okulsunuz. Sahnedeki bir bakışınız, kameradaki bir duraklamanız bile genç oyuncular için ders olabilir. Ama nedense bu “okuldan” yeterince faydalanılmıyor. Bunun sebebi ne olabilir? Genç yönetmen ve oyuncuların sizinle çalışma becerisi olan sanat çevresinin olmaması mı, yoksa ruhunuza dokunacak seviyede senaryoların, filmlerin çekilmemesi mi?Elimden geldiğince bu soruyu cevaplamağa çalışacağım, oysa ki, siz artık soru konseptinizi değiştirdiniz. Artık klasik gazeteciler gibi sorular soruyorsunuz. Öncesinde psikolojik açıdan konuyu ele alıp sorular sorduğunu sorular çok doğru ve güzeldi. Ama son iki soruda konsepti değiştirip sıradan sorular sormaya başladın. Neden son yıllarda çekilen filmlerde ben yokum?Aslında verdiğin soruda kendin cevabı bulup yazmışsın. Ama ben de ruh sohbetimizden o tarzdan fazla uzaklaşmadan cevap vermeye çalışacağım. Bundan önce hatırlıyorsan, ben dedim ki, ruhu biz unutmaya başlayınca, ruh da bizden ayrılır. Ve bu tarz sorular sorulan, gazetecilik başlıyor. Bunu rica ediyorum, yazmanı istiyorum.Umarım buna cesaret edersin ve bunu yazarsın. Ve bunun için de ben sana minnettar olurum. Çünkü bu çok önemli.Artık sıradan gazeteciliğe geçiş yapılınca ben ilgimi kaybediyorum. Ben röportajdan sıkılıyorum, yoruluyorum çünkü sıradan soruları biz biliyoruz. Yıllardır bize iletilen sorular bunlar. İşte bu yüzden cesaretin olsun, bunu yaz rica ediyorum. Cevap vereyim size:Burada mesele benim bir şeyi Kabul etmemem veya benim ruhumdan uzak olması değil. Her dönemin kendine ait çekici yönleri oluyor. Her yaşam evresinin de kendine özgü anları var. O zamanlar her şey birbirini tamamlıyordu. Bugün ise diyelim ki bir noktayı bulmak istiyorum, onu görüyorum ve oraya gitmek istiyorum. Ama sağ tarafta bir nokta çıkıyor ve gitmek istediğim nokta ile birleşiyor.Ben oraya ulaşamıyorum, çünkü ulaşmak istediğim noktadan uzaklaşıyorum. Diyorum ki, sorun değil. Matematikte ortaokulda öğretirler, A noktasından B noktasına gidiyorum, B noktasından C’ye gidiyorum. Şimdi ise anlatmak istediğim şey de bu aslında. Kendi kişisel alanımdan, kendi evimden çıkıp A noktasına gitmek istiyorum ve diyorum ki, oraya ulaşacağım ve istediğimi alacağım. Ama oraya vardığımda, B noktası orada oluyor ve bu beni tatmin etmiyor. Tatmin etmiyor çünkü istediğim şey dağılmış durumda. Düşünüyorum ki, sorun değil, AB burada, o zaman C’ye giderim. Ama dönüp bakıyorum, C orada değil, E noktası var, ne C ne D yok. Bu formülü daha fazla devam ettirmemin anlamı yok bence. Bence soruya cevap vermis oldum.
Soruma geçmeden önce şunu söyleyeyim: Emin olun, söylediğiniz her şeyi noktasına kadar yayınlayacağım. Bu konuda hiç şüpheniz olmasın. İnsanların en büyük savaşı kendi içlerindeki hangi hislerle oluyor: korku, yalnızlık mı, yoksa anlam arayışı mı?
İnsan hakkında söyleyemem. Çünkü insanlar hakkında konuşmaya hakkım yok. Ama kendim hakkında söyleyebilirim (Gülüyor). Tek bir savaşım var, o da içimde gerçi o savaş sayılır mı bilmiyorum. O da şu, aslında bunu yapabilirdim, neden yapmadım?
Keşke, pişmanlık mı?
Pişmanlık da demezdim, sadece kendi kendime söylüyorum. Dediğim gibi, eğer bu savaş sayılıyorsa, ben bunu yapabilirdim, niye yapmadım, sadece bu kadar. Başka hiçbir savaşım yok.
Fahreddin Manafov gibi büyük bir oyuncu olmak için insanın içinde hangi duygular sürekli canlı kalmalıdır: korku, sevgi, acı yoksa boşluk?
Benim bu soruya sadece bir cevabım var. Bu büyük mesleğin, yer yüzündeki bu önemli mesleğin, çünkü gerçekten her insanda bu mesleğin var olduğunu düşünüyorum. Hatırlıyor musun, ruhlardan bahsedince dedim ki, insanların hepsi oynuyor. Gözünü açıp dünyaya geldiğinden itibaren oynuyorlar. Bizde onu oynamalıyız, sadece kötü oynayan var, iyi oynayan var. Biri samimi oynar, biri samimiyetsiz oynar. Diğer konuya gelecek olursak, bana böyle bir unvan veriyorsan, lütfen ben büyük oyuncu değilim. Ben sadece sevdiğim mesleğin, onun sırlarına, detaylarına hakimim. Bunu kimseye öğretmek mümkün değil. Bu ya insanda olur ya da olmaz. Bugün bir manzaraya şahit oldum. Dışarı çıkmadan önce camdan dışarı baktım, insanların ne giydiğini görmek için.Hava biraz dengesizdi çünkü. Camdan bakarken aşağıda bir garaj var bizim orada, garajın üstünde ise bir kap su. Allah adamı, kim koyduysa bilmiyorum ama çok iyi bir insan olduğu kesin.O insan, her seferinde oraya bir kap su getirip koyuyor, kuşlar, özellikle kargalar, oradaki suyu içsin diye. Zaman zaman kediler ve köpekler de o sudan içiyorlar. Ama en çok kargalar içiyor. Ve ben o sahneyi gördüm ki, birkaç tane karga, birbirleriyle mücadele ederek suyu içmek istiyorlardı. Birden yukarıdan bir karga su içmek için şığladı. Diğer kargalar bir anda dağıldı, sadece kenardan onu izlediler. O oturdu, rahatça suyunu içti, kimseye bakmadı, sanki onlar yokmuş gibi davrandı. Su içtikten sonra kanat çırparak uçtu gitti. Ben düşündüm ki, Allah Allah, Tanrı’ya şükürler olsun, nasıl lider yaratmış. Sıradan bir kargayıdı, oraya geldi ve 6-7 karga bir anda dağıldı. Hepsi orada dururken ona baktılar. Renkleri aynı, boyları aynı, kargaları ayırt etmek çok zordur. Birbirlerine çok benzerler. Belki de kargalar da bize bakarken diyorlar ki, "Bu insanlar ne kadar birbirine benziyorlar." (Gülüyor) Ve o kargaların içinde, bu kargaya korku mu var, saygı mı, onu bilmiyorum. O suyu içip,uçup gitti.Ben bu sahneyi gördüm ve senin soruna cevap olarak bunu söyleyeyim: Biri lider oluyor. Nasıl oluyor onu bilmiyorum. Birisi köşede oturur ve bekler, lider gelsin, içsin, gitsin. Öğretmek mümkün değil, sadece teknikleri nasıl anlatacağınızı gösterebilirsiniz. Bu budur, burada bu olacak, diyebilirsiniz. O ruh var ya, sabahtan bahsettiğimiz, onu öğretmek mümkün değil. O ruh her insanda var. Sadece tekrar ediyorum, ruhunu kapatma. Bilinçaltını kapatma, her zaman açık kalsın. Çünkü ruh ve bilinçaltı çok zekidir. Eğer kötü niyetli, kötü fikirler uzanırsa, kapıyı kendisi kapatır. Yine söylüyorum, öğretmek çok zor. Alfabe bana öğretilmeseydi, ben onu bilmeseydim, okuyamazdım. Bu bir teknik, bu alfabe. Bunu öğrendikten sonra, gerisi sana kalmış; yazarsın, okursun, o sana ait olur. Öğrenmek için önce teknikleri öğreniyorsun. Sonra ruhunu açıp yaratıyorsun.
Son olarak yemek için samimi sohbetiniz en önemlisi kıymetli zamanınızı ayırdığınız için minnettarım.
F.M- Ben teşekkür ederim. Herkese çok selam.

Comments