Şenol Erdoğan İle Yeraltı Edebiyat Üzerine Röportaj
- kibritfanzin
- Nov 24, 2024
- 6 min read
-Yaklaşık 10 yıldan fazla 6.45 yayınlarında editörlük ve yayım yönetmenliği yaptınız. Bu zaman zarfında bir çok yazarları Türkçeye kazandırdınız. Bunca emeğiniz için size ne kadar teşekkür etsek az. Özellikle Richard Brautigan gibi yazarı Türk okurlarına kavuşturduğunuz için size şahsım adına ayrıca minnettarım. Sorumuz şu. Daha çok hangi kitapları keşfederken mutlu ve gururluydunuz?
Ş.E: Benim için keyifti diyebilirim -neredeyse. Açıkçası hep olduğu gibi -sanırım hep de olacağı gibi, o esnada bireysel ilgim nelere dönükse ben de onları üretmeyi mantıklı görüyordum; ama en çok “Sitüasyonist Enternasyonal” üzerine hazırladığım kitabım ile Charles Bukowski’nin Amerikan Edebiyatının kendinden evvelki popüler kolu Beat’ler arasında çok sıkı bir çalışma olan F. Duval’in kitabı ve “Punk Risalesi” adını taktığım orijinal ismini şu an anımsamadığım nefis bir tez vardı, ilk anda “bunlar” diyebilirim sanki. [Gurur ifadesi bende yer eden bir kavram/anlayış değildir, ama mutlu olmuşumdur herhalde.]
-Geçen gün bir röportaj yazınızı okurken karşıma şu cümleniz çıktı; ‘Aslında kitaplarımızın ve ona benzer şeylerin belirli bir çevrede kalması için de çaba sarf ediyoruz.’ Ekonomik krizin bu kadar ilerlediği bir süreçte hala aynı fikirde misiniz?
Ş.E: Ben kapitalist bir sistemde var olmaya çabalamıyorum, zaten Factory (SUB) olayından kısa bir süre sonra genel dağıtımı durdurdum (ki amacı sadece SUB’ın görünürlüğünü hızla sağlamak, duyurmaktı) kitaplarım sadece fucktory.org yani kendi sitem üzerinde ve Moda’daki üs bölgemiz Outro Music Store’dan alınabilir durumda. Yani “daha fazla” çaba sarf ettiğimi söyleyebilirim)))
Hızlı düşünen ve öyle hareket etmeyi seven ve daha ziyade bu yapıda bir insanım, SUB miladından bu yana 600 müstakil eser ürettim ve bu eserler belirli bir okuma çizgisinin üzerine çıkmış, kültürel antropoloji deposunu oluşturabilmiş bireylere hitap ediyor genel yapısıyla, yoldan geçen birinin x bir kitapçıda benim ürettiğim bir nesneyi görüp edinmesi pek olası bir şey değil, kısacası ekonomik kriz denilen sistemin nüveleri ile benim bir alışverişim yok. kriz ve ekonomi kelimelerinin olduğu yerde benim bir şey satmam lazım, ben bir şey satmıyorum; ürettiğimi insanlara sunuyorum, bunu temsil eden rakamlarla “satmak” kavramı VE SATIŞ SİSTEMİ arasında bir bağ yok, dağlar var. kısacası daha da dar bir algı çevresi için üretiyorum git gide.
-Amerikan edebiyatına ve Beat kuşağına ülkece ilgisiz kalma sebebimizin bir cevabı var mı sizde?
Ş.E: Osmanlı topraklarındaki yüzyıllar süren edebiyata, İran ve Arap edebiyatına ve o dönem Türk edebiyatına ilgisiz kalma sebebimizle aynı merkezden beslenen şeyler. Nihayetinde Filistin edebiyatı ya da Irak edebiyatı ya da Filipinler, Küba Edebiyatı için de bu böyle.
-6.45 yayınevinden ayrılmanız ile yayınevinin okurları için bir devrin bitişi gibi oldu. Ve daha sonra SUB PRESS yayınları ile yeni devir başlattınız. Şu an bu devrin hangi dönemini yaşıyorsunuz ?
Ş.E: Güzel soru. Her birey gibi ben de yolumu yürüyorum, en başta da dediğim gibi kendi tükettiğimi üretmeyi seviyorum, başka bir amaç da açıkçası gütmedim, aklınızdaki şey ya da aklınızda olduğunu sandığınız şey bilirsiniz ki “pat” diye olmaz, olmuyor; istemler, düşler kozmik coğrafyada ve zaman diliminde şekillenip bir gün dünya yaşamınızda somut bir hal aldığında ne kadar zaman geçmiş belli olmaz, SUB benim 22 yaşımda kurguladığım 40 yaşıma yakın pratize edebildiğim bir düşünce evreniydi mesela…
Zaten evre işliyor, mesela SUB artık ana başlık değil, tüm markalarım FACTORY başlığı altında toplandı, bu bir evre zaten, mesela JAZZ is DEAD diye bir seriye başladım, mesela Fuck Your Underground Backstreet Publishing diye bir şey peydahladım, E, zaten başlı başına bir varlık olan Underground Poetix’i de ara vermeden üretiyorum… gibi gibi. Kalıcılık gibi bir arzum yok, yaratma dürtüm güçlü sadece, hepsi bu. Son 5 senedir zamanımın üçte birini Kanada ve Amerika’da ve bazı ada ülkelerinde geçirdim, ve gelecekte bu daha da geniş zamanımı alacak gibi, büyük ihtimal onların da yarattığı etkiyle şekillenecek şeyler olacaktır diye düşünüyorum, ama böyle bir planım yok, zaten planım yok. planım hiç olmadı. Canım sıkılır mı bilmem, canı sıkılan biri değilimdir, sanırım ölüm haricinde sadece gerçek bir can sıkıntısı bana “e yeter bu kadar” dedirtebilir. Bilmiyorum tabi. İnsan nereden bilebilir ki.
-Röportajınızın birinde ‘Türkçeye çok fazla eser çevrilirse şu anda çok büyük yazar dediğimiz bazı adamlara diyeceğiz ki ‘Ağabey neden bu kadar çaldın? ‘ diyorsunuz. Neler dayanarak bunu söylüyorsunuz?
Ş.E: Çok basit. 5 dili olup dünya edebiyatını yemiş bir insan ile çeviri tek bir dile mecbur insan arasında doğal olarak ortaya çıkan bir gerçekliktir bu. Bildiğin kadar görmek gerçeği. Ne yazık ki iyi bir şey değil bu, baş ağrısı yapar. Can sıkar.
-Türkiye’de çeviri anlamında yayınevlerinde ne gibi açıklar var?
Ş.E: “Açık” kapatılabilirliğin olduğu bir durum ya da alan için konuşulabilir bir terim, tabir, Türkiye asla çeviri açığını kapatamaz, belki bir gün en azından 3 geçer dille dünyayı okuyabilen çocuklara ulaşılır o zaman da bu çeviri devirmeni kapitalin ve kerestecilerin elinden kurtulur, sadece nitelik aşkına döner.
-Aşırı gelişmemiş Türkiye kitap satış camiasında, nerdeyse gelişmeye çok güçlük çeken, Yeraltı edebiyat türünün kitaplarını basıyorsunuz. Zannımca çok zor tarafları var bu işin. Bu zorluklara rağmen hala devam ediyorsunuz. Neden popüler kültür değil yeraltı
Ş.E: Bu sorunuzda kavram sorunu var. zira ben “edebiyat” basmıyorum dahi diyebilirim, 600 eserimin arasında edebiyata rastlamanız güçtür, bu alt üst hikâyesini geçmişte çok açıkladım o sebeple zamanda geri dönmek istemiyorum, ama en kaba anlamda kapitalizm üstte yaşar, güzellikler; çiçeklerin ve ağaçların kökleri aşağıda, ama meyveleri yukarıda gene kapitaller yer, satar. “Hippi hayatının sefaleti” eserinde bu konu çok güzel işlenir -kısmen. Ayrıca ben bireysel olarak kültürü “popüler” ya da değil diye ayırmıyorum, bir şeyin popüler olması ya da dibe batması ansızın olabilecek şeylerdir. Böyle bir şey değil bu. Genelde öteki gelir ve isimlendirir, isimler genelde sevimli, basit, etkileyici şeylerdir, sizin ömür verdiğiniz şeyi zaten siz değil alakasız biri gelip isimlendirir. Bu böyledir. Dünyada böyledir. Ülkemizin sorunu değil yani. Gene yukarda dediğimce ben sadece bir şeyi sevmemle, beni etkilemesiyle harekete geçerim; bu pop olur, arabesk olur, alt olur üst olur, üstsüz olur. Orada değilim, olmadım.
-Türkiye’de alt kültürü dile getirmek arabesk dinlemek veya küfretmek midir?
Ş.E: Alt kültür dediğimiz şey mahalle, mahallenin de kenarı, küfür akışkan ve olayların şekillendirdiği bir salgı metodu, ağzı alışkanlığı ile sinir sistemi arasında gerilidir, ağızlar dahilinde oluşan lügatçıklar yerkürenin her yerinde vardır, hatta bunların bazıları “çete dili” olur, kimse anlamaz, alt mahalle küfür eder üst mahalle etmez diye bir kaide de yok elbet, elit de eder, küfür kültürünün içinde büyüyen ama ağzına argo dahi ifade almamış tonla insan var, küfrü bir camekanın içine koyamazsınız. Küfrü övdüğümü hatırlamam lakin aleyhinde konuşmadığım hususunda netimdir. İnsanlar cinsel dedikleri üreme organları ile ilişkilerini mağaradan öte taşıyabilirlerse belki küfür algısında birimler yerinden oynar. “Arabesk” dediğiniz noktaya gelemedim, yani birinin Surf’üne, Jazz’ına nasıl gelemediysem öyle gelemedim.
-Yabancı eserlerin telif sorunlarını nasıl hallediyorsunuz? İnternet üzerinden mi yoksa yayıncılar ile bizzat görüşüyor musunuz?
Ş.E: Profesörler, doktora dereceleri vs. vb. olanlarda genelde mail yoluyla yüz yüze alıyorum, Amerika ve Kanada’da yüz yüze çok insanla tanışıp telif aldığım da oldu, ben genelde kitabı kendi dilinde de yayımlanmamış insanlarla temas etmeyi seviyorum, yani insan Polonyalı, Macar İsveçli Amerikan vs vs ama ilk “kitabı” Türkçe Türkiye’de yayımlanıyor , hoş şeyler. Diğer yandan yayıncı ya da bazen yazara yönlendirilirsin, ya da çok zaman yazarı ya da yazarın ajansını temsil eden Türkiye’deki ajansı, olasılıklar değişir, ben Türkiye de daha çok Anatolialit ile yurt dışında da ise Wylie ile çalıştım çalışıyorum.
-Alt kültüre dair çevirmenlik yaparken ne gibi zorluklar ile karşılaşıyorsunuz? Sonuçta siz bir yabancı edebi dili değil, yabancı sokak dilini çeviriyorsunuz.
Ş.E: Bazen çevirmenlerin delirdiği, ya da toplantı yapıp birlikte hareket ettiğimiz oluyor, diğer yandan elbette bazen da vazgeçtiğimiz metinler oluyor, “yok abi bu olmaz,” ya da “abi bunu direk orijinal basmak gerek” şeklinde sonuçlanan durum çeşitlemeleri. Ama bu işte uzmanlaşan bir iki sağ kol var, işte delirtmeye çabalıyorum onları)))))
- Çevirmiş olduğunuz eserlerin çevirilerine ne açılardan dikkat ediliyor?
Ş.E: Sürat felakettir. Ben aşırı süratliyim, tashihlere “hata” diye bağıran insanlarla ya da kurumsal dil bilgisi kaygılarıyla işim de yok derdim de yok, anlam kaybolmadığı ve yazarın söylemek istediği çevirmenin istediğine dönüşmediği sürece sürat güzeldir.
-Sosyal medyalarda isminiz geçen yorumların çoğusun da okurlar ‘Yüzünü bile görmedim fakat en yakın dostum gibidir’ gibi çok samimi ve içten yorumlar yapıyorlar. Bunca insanda bu kadar pozitif samimi düşünceler uyandırmak neler hissettiriyor size?
Ş.E: Hiç tanımadıkları insanlara ve ailelerine ergence istismarda bulunan (ve bunu Miles Davis’in kastettiği şekilde yapmayan) yani saf kötünün ve akıl tutulmasının beden bulduğu insanların çoklukla varlık bulduğu sanal dünyacıkların yanında: Tüm azınlık yaşamlara, tüm öteki yaşamlara beslediğim sevgiyi besliyorum ve sadece gerçek anlamıyla azınlık, öteki, sürgün, mülteci, evsiz, ülkesiz, köysüz, köksüz, dilsiz, dilsiz ve dilsiz insanların bir ağ ile bir bağ ile birbirlerine kıtalar arası dahi sevgi ve saygı bağı geliştirebileceğini biliyorum, çünkü sevdiğim insanların tamamına yakını ölü ve ben onları hiç tanımadım ve ben onları çok sevdim. Sevgi öyle uzaktan da değil, hiç tanımadığın birine son paranı EFT yapmak kadar gerçek!
Sevginin değil de nefretin dünyaya; kalbini, ruhunu, bedenini, aklını kaptırmış ve kaybolmuş bireyin ürünü olduğunu düşünüyorum.
-Yeraltı edebiyatının temsilci yayınevlerini gözlemlerken gördüğümüz şey genelde fazla okurdan ve fazla satıştan uzak durma davranışıdır. Çok fazla okura ulaşmaktan çekinme sebebiniz nedir?
Ş.E: On yıllardır milyonlarca ve MİLYONLARCA Kafka satılan basılan bir ülke burası -ki bunun yanında bir çok isim sayabiliriz -ille de Dostoyevski değil, mesela “Momo,” mesela “Şeker Portakalı” mesela “Sofie’nin Dünyası” sence bu milyonlarca kitabı okuyan bu milyonlarca TC insanı böyle bir ülke yaratmışsa insan neden çok ve çok fazla okura ulaşmak istesin ki !!!!

Comentários